Tutsana Ellerimi….
Elinde bir paket bisküvi ve bankın üzerinde beklettiği bir paket sütü içiyordu. Üzerinde ince bir manto vardı, üşüdüğü o kadar belliydi ki, üşümeye alıştığı da… Saçları gençliğin verdiği tazelikle canlıydı. Elleri manikürlü değildi, sevdiğim kadın elleri, manikürsüz ve bakımlı.. Oldum olası sevemedim manikürlü elleri. Yaşanmışlıkları örttüğünü düşünürüm… Öne doğru kaykılmış vaziyette oturuyordu bankta, birşeyler düşünüyordu. Bez bir çantası vardı yanında, o da eskiydi…
Üşüme konusunda hayatla onun kadar tanışıklığı olmayan ben, usuldan yanına oturdum. Çocukluğumun Ankara’sını, Ankara’nın kuru ve baş edilemez soğuğundaki sıcağı düşündüm, değerli geldi birden. Hiçbir zaman o kadar eski paltom olmadığını da düşündüm. Yünlü külotlu çoraplarımı… Burnu eskiyen çoraplarımı diktiğim günler…
Nerede okuduğunu sordum… Okulunu gösterdi… Paris’in Sorbonne’unda, sanat tarihi okuyordu… Türk mahallesi olarak da bilinen St. Denis’de bir kaç arkadaş kalıyorlardı. “Üşüyor musun?” soruma,durumdan memnun şekilde “evet” dedi…
Yolculuğunu anlattı… Son yıllarından, hayallerinden bahsetti. Daha geriye gitmek istemedi. Benim daha çok merak ettiğim rahatının yerinde olup olmadığıydı, mutlu muydu? Mutlu olup olmadığını tek kelimeyle anlatmadı, muhtemelen bu soru sorulmamıştı daha önce… Gavuristanda bizdeki kadar soru sorulmuyordu belki de insanlara.. Türkiye’den geldiğimi öğrendiğinde birden Türkçe konuşmaya başladı. Gülümsedim, Türkçe devam ettik sohbete… Hikayesini daha da derinleştirdi… Notre Dame Kilisesi’nin arka çaprazında, Seine Nehri’ne bakan Cafe de Flore Barthelleon’da devam ettik sohbete. Kimsesi yoktu dünyada ona göre… Kimse dediysem kan bağı durumu… Onun gibi düşünmek bazen iyi bile olabilirdi…
Evet… Adı Firdevs’ti, ya da Fransızca haliyle Ferdez. Çoğumuz gibi seyirci değildi bu hayata… Ne istediğini bilmeden, kendisine ait olmayan kararların uygulayıcısı olarak yaşamayı tercih etmemişti. Hepimizde bu güç vardı, Firdevs’in farkı bu gücün kendisinde olduğunu keşfetmiş olmasıydı. Hikayesini dinlerken değil ama, bunu düşündükçe burnumun direği sızladı. Bir yanı genel insan ilişkilerine ters açı yapmış olsa da, seçilen değil seçen olması iyiydi, meziyetti.
Son zamanlarda gördüğüm en duru güzelliğe sahipti… Esmer, uzun boylu ve kocaman zeytin gözleri vardı Firdevs’in. Güldüğünde bembeyaz ve düzgün dişleri “hayat ne güzel” dedirtecek cinstendi.
Genelin aksine hayattan kaçmamıştı Firdevs, . Sadece köyünden kaçmıştı 18’ine gelmeden.. Anne ve babasını özlemiyordu, samimiyeti sükunetinden belliydi. En önce yapması gereken şeyi, kendini tercih etmeyi seçmişti ki kendi yapamasaydı kimse yapamazdı bunu onun için… Karar vermenin zor olduğu anlar vardır ya, bir adım atsan hayatın değişir… Düşündüm… Firdevs kaç adım atmıştı acaba köyün dışına, hayatın içine?
Göremediğimiz gerçekler, uyuşturulmuş insanlar… Anne babalar kızlarını başlık parası denen üç kuruşa satıyorlar… Bunu da toplum vicdanında yer bulacak şekle getiriyorlar, yani meşrulaştırıyorlar.. Adı gelenek… Yedirme, içirme, giydirme parası karşılığı… Yoksulluk var ama yok. Eşitsizlik var ama yok, savaş var ama yok, baskı var ama yok. Ve bütün bunların var olduğunu söyleyecek insanlar var ama hepsi hapishanede! Firdevs Paris’te!
Elleri üşüyordu, paltosu eskiydi ama çoğumuzdan iyi durumdaydı… Dik duruyordu hayata karşı, ödemesi gereken bedelleri yalnızlığıyla ödüyordu bir yandan… Bir yandan çoğalıyordu…
Bir kahve içti benimle… Bir çikolatalı kruvasanı paylaştık… “Bilir misin” dedim, “bu kafeyi çok severim, neden bilmiyorum ama severim” dedim.. Yüzüne Tanrı’nın yüzüne bakar gibi hayranlıkla baktığımı farkettim. Lekesiz ve kusursuz geldi, kıyamadım birden.
“Burası güzel yapar” dedi.. “Truffe’ları da meşhurdur, hepsi burada üretiliyor, burada arkadaşım çalışmıştı” dedi…
Dinlere kızdım, geleneklere, kitaplara kızdım, kılıçlara kızdım Firdevs’le konuşurken. Çok gürültü yaptığımızı farkettim bu dünyada, bazılarımızın hacminin gereksiz olduğunu. Firdevs’in ailesini düşündüm. Kimbilir kimdi, evlendirecekleri amcasının oğlu kimbilir kiminle evlenip kaç çocuk yapmıştı ışığa uzak töreye yakın yolunda. Tanrı’nın hepimize, hepimiz aracılığıyla kendisi olduğumuzu, kendisinin küçük parçacıkları olduğumuzu söylediğini duyamayacak kadar gürültü yapıyorlar. Gürültüde olmayan sesleri duyuyorlar göklerden. Göklerden gelen sesleri, kendi seslerini yanlış duyuyorlar. Tanrıdan geldiğini sandıkları seslerle birbirlerini uyuşturuyorlar..
Düşünüyorum, iki hayat verseler bize işler ne kolay olacaktı. Ben Firdevs’le kalsam, bir yanım çalışma üzere, vadideki evde yaşlanmak üzere İstanbul’a dönse… Var olmak bu kadar dayanılmaz ağır olmayacaktı, onu bırakıp dönmek de… Birini emniyet içinde, işimizle gücümüzle geçirecektik belki. Diğerini bir cafede, bir nehir kıyısında ya da karşıdan karşıya geçerken görüp de vurulduğun bir yabancının gözlerinde, bazen bir üniversite bahçesinde hayata bırakacaktık. Yıldızlara bakarak bulsaydık yolumuzu.. Gökyüzü söyleseydi hep ne yapacağımızı hiç geri dönmeyebilirdik. O zaman ne yapacağımıza karar vermek zorunda kalmayabilirdik. Diğer hayatımız ise töreye kurban gitseydi, memur olsaydı, yap denileni yapsaydı. Vayyy beee derdik…
Sonuna kadar savrulmak üzere, yaprak yaprak rüzgâra verirdik ikincisini. Şimdi, elimizdeki tek bir hayatla olmuyor bu iş. Çünkü “kalbinin götürdüğü yere gitmelerin” bir de dönmeleri oluyor… Hikaye yazmadan, hikaye dinleyerek kös kös geri dönmek..
Sadece seçtiklerimizin toplamı değiliz biz. Sadece seçmediklerimizin toplamı da değiliz. Bana sorarsanız, yıldızların bizim için ayarladığı şeyler de oluyor ara sıra. Tesadüflerin toplanıp bizim için kararlaştırdığı şeyler. Yoksa tanrılar bütün bu bin yıllar boyunca neyle eğleniyor olabilirler ki? Firdevs’le benim o anda aynı yerde bulunmamız ve aynı banka oturuyor olmamız yıldızların fısıldadığı birşey bence…
Ne geceleri rakı masalarında anlatılacak kadar komik gündüzleri anlattığımız gibi sadece korkunç cümlelerle anlatılabilirdi Firdevs.. Zaten kendi olduğu gibi anlattı o yılları.. Hikayesine yakışır bir konseptte… Bir bankta, bir paket süt ve bisküvi eşliğinde… Kopuk kopuk karelerle anlattığı hayatını, bir başkasına ait bir hikaye gibi anlattı, sahiplenmedi bir kısmına… Sahiplendiğinde canı acıyordu besbelli… Belki de kendi zamanını doldurdu yas Firdevs’in içinde, artık yaşamaya başladi, kimbilir?
Bunun adı aşk değil, bunun adı hayat…
Bu gece vadiden değil, Seine Nehri’ne bakan küçük çatı katı otel odamdan yazıyorum.. Hiç gitmek istemiyorum bu kez Paris’ten… Size yazarken bir yandan Hümeyra’dan “Tutsana Ellerimi” yi dinliyorum… Sözlerinin belki hikayeyle doğrudan bir bağlantısı yok ama, bu şehir, bu hikaye, bu sıcacık oda ve dışarıdaki soğuk bileşkesinde saatlerdir bu şarkıyı dinliyorum… Nedeni yok gibi.. Belki de var…
Ellerimi uzatıyorum
Sen bu karanlık bu gürültü içinde
Görmüyorsun
Bütün köşeleri tutmuşlar
Ortada meydanlar, gözler içinde
Sana anlatamıyorum
Bütün bu köşeler, bu karanlık, bu ıslak, bu gürültü
Tutsana ellerimi
Ellerimi görmüyor musun?
Tutsana ellerimi
Ellerimi görmüyor musun?
Evet, yeni yıldaki ilk hikayem, ilk gerçeğim Firdevs….
Hepinize mutlu ve sağlıklı bir yıl diliyorum….
ışıklı vadiye selamlar, çok güzel bir yazı olmuş, özlemişiz.
vay vay vay tartışmalı yazı olmuş yazar fosur fosur uyuyodur şimdi
iskeçeli kadir yorumcusuna bi tercüman acilen
ben lazım. lazların geç anladığı söylenir ama pazar pazar beni de duygulandırdı yazı. Ajitasyondan uzak, duru ve tüm yorumu okuyucuya bırakan, manipülasyondan uzak bir yazı olmuş.
yorumlara şöyle bi baktım da, bu yazar kitap çıkarırsa türkiye birbirine girer.
Sayın Kudra’ya biraz haksızlık edilmiş ama kendisi de farkında olmadan yazıyı aşağılamaya çalışmış. Tarzı bir düşünceye sahip olunmayabilir ama bunu daha kibar daha nazik dile getirebilirdi. Sonra da üstüme geliyorsunuz diye sitemde bulunmuş. Hem söyleyeceksin hem dinleyeceksin. Sayın Kudra ben söyleyim de aman kimse bana bişey söylemesin demiş. öyle olmaz. Ben de diğer yorumcular gibi yazıyı çok kaliteli buldum. Alt mesajlarına iyi bakmak gerekir.
eleştirilerinizi değil, tarzınızı çirkin bulmuşlar ki bunda ben de hem fikirim. fazla olan siz değilsiniz de tarzınız çirkin olmuş sayın kudra. Konuyu derinleştirerek farklı yerlere götürmeye çalışmayalım. Yazı ve hikayeden de uzaklaşmayalım.
“Gerçekten sevmez misin manikürlü elleri? Hep güzel ve etkileyici cümleler kurmak adına yazılanlar. O üşüyen bir sokak çocuğu olasydı, yine bu kadar anlam yükler miydin? Paris…. gibi yazılanların hepsi marka kokuyor. Dizilişi çok hoş sözcükerin ama bir yerde dağılıveriyor ve görüyorsun herşeyi.. yoksa çok keyfi.. yine de elinze, ruhunuza sağlık..”
Lütfen biri bana burda hakaret içeren, seviyesizce yazılmış cümleyi gösterebilir mi? Sizler maskelerle dolaşmaya devam edin ve maskelere hürmet edin..
ayrılık kokusu geliyor burnuma
çok uzun olmuş iki yazı arası bi daha olmasın!
Sanatçı camiasının kankası olan ancak ortalarda görünmeyen hatun kişi. Renault’nun özel bir gecesinde istek üzerine güzel sesi ve fiziğiyle Levent Yüksel’le düet yapan, acaba bir daha nasıl görürüm diye düşünürken, google vasıtasıyla burada rastladığım güzel gülüşlü kalite ikonu, fransız şirketinde çalışan insan. Yazıda yazıyormuş demek 🙂 Bana bol bol gülümsesin yeter 😛
Lezzetli bi insandır yazar hanım, sohbetine doyum olmaz, ayrıca çok da komiktir, kendisiyle aynı masada oturmak ayrı bi keyiftir
Yaşadığınız çağ varolma şeklinizi çok değiştirir. Camille Claudel çağı için fazlaydı. Rodin ise onu sevd bence, sevmediğini düşünmüyorum ama kendince sevdi. Camille’in istediği miktarda değil.
Yazar Hanım çok özledik sizi. Keyifli sohbetlerinizi, gülüşünüzü, konularınızı, hepimizi güldüren halinizi. Paris’ten sevgilerimizle.. Rodin müzesini gezmeye bekleriz efendim.