Canan ki Degüstasyon’a gelmez
Balıkpazarı na hiç gelmez
Orhan Veli
İstiklal’de kar yağıyor, yılın ilk karı yağıyor İstanbul’a. Balık Pazarı’nın girişinde buluşuyoruz, hepimizin şapkası var, birbirinden farklı… Beyoğlu’ndaysak eğer zamanı geriye saracağız, belli… Asır mı, Zübeyir mi derken iki adam yazıyor gecenin kaderini, Degüstasyon’a gidiyoruz… Bu akşam Orhan Veli akşamı…
Kapıdan girdiğimizde meyhanenin emektarı karşılıyor bizi: “Beyim çok uzun ara verdiniz” diyor…. “Özledik”… Özlediği belli… Paltolarımızı çıkarıp oturuyoruz… İkisini de özlemişim bu adamların, en son bizim evde bırakmıştık gamı, peşrevi ve meşk’i… Üç kişilik bir masa… Dördüncü kişi yok, olsa yıkılır, taşımaz… Ağır gelir… Lugat ağır gelir, Kulüp Rakı ağır gelir, dördüncünün eli bile, dili bile ağır gelir, işte öyle bir masa…. Kar yağıyor, usuldan değil, gayet kuvvetli… Soldaki adam hem konuşup hem masanın düzenini kontrol ediyor, çaktırmıyor ama biliyorum zihninde herşey köprülenmiş durumda, sandalyemi milim sola kaydırsam düzeltecek…. Karışmıyoruz meyhanenin mutfağına, ne uygun görülürse o… Soldaki adam için düzen böyledir, meyhane kültürünü meyhanecilere unutturmaz, bilmeyen ya da unutan meyhaneye uğramaz…
Taşralı mektepli iki teknik üniversiteli oturuyor masanın karşı kıyısında, benim sandalyemi ortalıyoruz, refakati ve nezaketi ikiye bölmek, eşit kılmak gerekiyor… Fikir yine soldaki adamdan çıkıyor… İstanbul’da ve dahi bu topraklarda iddia ederim ki başkası yapmaz bunu. Beyzadelerden soldakini haylidir tanıyorum, diğeri de onun dostu, arkadaşı, bazı zaman yoldaşı belki, en kıymetlisinden bir adam o da…
Taşralı mektepli iki teknik üniversiteli adamın dostluğunu izliyorum bir tabloyu seyreder gibi… Karagöz ve Hacivat oluyorlar arasıra… “Ya bu Germen’ler… “ diye başlarken biri “tarihin neyiyle oynamaya çalışıyorsun?” deyip kafa atıyor diğerine… Biri evlendi, yakında belki çocuklu olacak… Bozulmamışlarla, hayat içinde omurgalarını korumuşlarla aynı masada olmak keyfin ötesinde bir durum…
Kadın olmaktan, erkek olmaktan, sarılmaktan, uyumaktan öte bir durum bu. Yüzyıl beklesen, beklediğine değecek bir mutluluk ki o kadar olur… Öyle olduğunu iki adamı yan yana görünce anlıyorum; soldaki adamlar sağdaki adamı karıştırıyorum geceye, masanın tuzu oluyorlar. Gözlerini ve sözlerini kulüp rakının eflatununda çözdükten sonra sis oluyorlar, duman oluyorlar, uğultulu sözlerini buğulu hikâyelere yoldaş ediyorlar. Kimi zaman Yahya Kemal’in körfezinde lodoslarda gezinirken kimi zaman en gerçek haliyle Aşiyan’da uyuyan bir adamın gözleriyle denizin üzerinde ıslık çalıp kederin en güzel halini çağırıyorlar. Zaman geçtikçe ortadoğu kederi çekiyor masanın üzerine, bilgilerini ve yüreklerini korurken, şehrin yağmalanmış ruhunu izliyorlar Aşiyan’ın soğuk beyaz mermerinden. Yaşarken edebiyata ihanet etmiş gibi susuyorlar, susarak af diliyorlar edebiyattan ve tüm gençlik romanlarından
Taşralı teknik üniversiteli iki mektepli onlar, öyle yaşlanıp öyle ölecekler… Birbirlerine iyi bakmak üzere anlaştılar yıllar önce, böyle söylemediler lakin söze dökülmemiş bir anlaşma var aralarında, birbirlerine iyi bakacaklar. Birbirlerini kaybederlerse bir dil yok olacak bu dünyada. Dünyevi kederlere, bir kadına, bir hırsa, paraya ya da başka bir belaya yenilmeyecekler.
Birbirlerini kaybederlerse, orta parmaklarını işaret parmaklarına kilitleyip küserlerse bir dil yok olacak bu dünyada. Çarpan kapı seslerinden dilleri korkup içine kaçacak, bir daha geri dönmemek üzere…
Kimseyle konuşmadığı gibi konuştuğu yol arkadaşı gidince birinin, diğeri ancak herkesle konuştuğu bir dille kalacak canına yandığımın İstanbul’unda. Kuşlar geçmeyecek o zaman seslerinden, İstiklal’de yürürken kar yağmayacak ağızlarına. Soğuk, çekirdeği olmayan bir dille, öylece kalacak… Çekirdeği olsa toprağa gömersin, ama olmayacak…
Dil pınarları akıyor iki adamın içinde, tıpkı coğrafya haritaları gibi kimileri incelip yok olmuş zamanla, gözlerine bakınca görüyorum, dostluğun kimyasını çözüyorum… Kimilerinin önüne barajlar kurmuşlar, girememiş başka diller içeri, bu yüzden sular altında kaldıkları da olmuş, ortak dillerine sarılıp suyun yüzüne çıkarmışlar birbirlerini… Kullanılmadıkça unutulan, kuruyan dillerimize sahip çıkar gibi sarılıyorlar sözleriyle birbirlerine. Taşralı teknik üniversiteli iki adam birbirlerine sarılmazlarsa olacakları biliyorlar; rakının eflatununda çözülürken dillerinin üstünde şeker eritir gibi söyledikleri onca sözcük, anlatmak için sıraya girdikleri hikâyelerin hepsinin kapıdan çıkacağını, dil kapısının kapanacağını ve dilsiz kalacaklarını biliyorlar. Sarılmazlarsa olacakları görüyorlar.
“Hamburg’dan sana gönderdiğim mektup vardı ya” diyorum, tam bunu söylerken gündelik dertlerin dışında çıkıp geçmiş zaman hikâyesine davet ediyor soldaki adam: “Hamburg’da sana gönderdiğim mektupta bahsi geçen Kar Musikileri’ni dinledin mi?” diye soruyor. Yahya Kemal’den Kar Musikileri söylüyor İstanbul bu gece… “Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu; bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu…
Sağdaki adam gitmek istiyor, karısı var, sorumlulukları ve kolunda bir saati var. O saat olmasa… Olmasa olmuyor işte hayat böyle. Sağdaki adam gitmek isteyince soldakinin kalbi kırılıyor biraz, ama olsun iyi bir şey bu, kalbin kırılması.
Kırılan kalpleri düşünüyor belli ki, kendiyle konuşmaya devam ediyor, en küçük harflerle bağırıyor ciğerlerinden kalbine doğru: “Bir iç savaştır aşk bir neden arar kendine. Aşk bir kere başladıktan sonra başlangıcını hemen hızla unuttuğun ve ondan sonra boş bulduğun zamanlarda nedenini aradığın bir şeydir”.
Haklı belki de soldaki adam lakin kavgalar da öyledir. Bir kere başladıktan sonra nedeni unutulur ve devam etmek için herkes bir neden uydurur. Sağdaki adam gidince soldaki adam yığılıp kalacak masaya, içkiden değil kederden. Sağdaki adam görmüyor bunu, dünyevi telaşları var, göremiyor. İki adam bir neden uydurmadan başlarını önlerine eğiyorlar, çok sürmeden sağdaki paltosunu giyip çıkıyor.
Hayat çok sessiz de olabiliyor, bir masa başında iki kişi kalabiliyorsun, bazen bir başına. Sıfır ses, sessiz sinema gibi ama hayatta yine de bir cümle kurmamız gerekiyor. Hayatla, yaşayarak, bir şey yaparak bir cümle kurmamız lazım. Bana kavramları bir araya getiremeyen insanlar dostluk gibi karmaşık bir uygarlığın parçası olamazlar gibi geliyor, cümle kuramayan insanların aşık olamayacağı gibi. Bu adamlar bazen bir kadına ama daha çok yaşamın satır aralarına ve yeni gelen hayatın köşelere attığı değerlere aşık oluyorlar. Sesleri de sessizlikleri de hayatla beraber kurdukları cümleler gibi manidar ve tılsımlı, dedim ya dostluğun kimyasını çözüyorum onlara baktıkça…
Yağan karı seyreden gözlerini içeri davet ederken kadehteki son yudumunu da içiyor:
“Bilir misin?” diyor, “ Biz birlikte hiçbir vakit nara atamadık meyhaneden çıkarken, atacağımız bütün naralar tedrisat altında ezildi”…
nara
bir akşamüstü güzel bir istanbul baharı akşamüstüsü
tıpkı teklifsiz kalkıp meyhaneye gider gibi
giderken hem çocuklar gibi şen
hem de sükut içinde sevişir gibi
maviden koyu laciverte çalmakta olan gökyüzü gibi
beyoğluna ilk adımını atan
taşralı mektepli teknik üniversiteli gibi
hülyalara bulanmış gözlerdeki şuleden
bir kıvılcım sıçrar etrafı yakar gibi
hiçbir şey olmamış gibi tasasızca kasvetsizce
ve dahi hiç sorumluluk duymamış ömür billah gibi
kol kola bir heeyyyt demeyi nasip etsin
öyle taşı sıkıp suyu çıkarmak falan iş değildir bizim için
bir nara atabilseydik o gece lozan meyhanesinde
yazılarınızı özledik sayın sökmen. Bu tatil gününde keyifli bir yazı okumayı dilerdik.
bu şarkı bitmez 🙂
Kürşat’la yazdığınız yazılar nerede? Kağıdın yarısı bende, haberiniz olsun Seçil Hanım…. Bi tanesin sen. Has bahçelerin bülbülüsün 🙂 Bigane güzel olmuş, diğer dörtlük de bende ama 🙂
Her iki yazarın da eline sağlık. Bilinenin aksine kendisi önemli bir yazarla beraberdir ve bunu gün ışığına çıkarmamaya yeminlidirler. İkisi de hafiften salon insanı takılırlar. Ata Özkaya ise perdedir.
on numara bir yazı olmuş sn. sökmen, elinize sağlık.
newyorker yorumcusu. Yazarın hayatındaki meşhur diğer yazar sizi ne kadar ilgilendiriyor. Sadece yazıyı okuyup geçseniz. Gün ışığına çıkmıyorsa çıkarmak istemiyorlardır.
muhteşem bir yazı ve şiir. Sihirbaz yazar, zeki şair 🙂