Mircea Lucescu’nun birbirine hem uzak hem de yakın üç müridi
Birincisi; üçünün de eskiden orta saha oyuncuları olmaları (biri daha savaşçı, diğer ikisi daha yaratıcı olsa da).
İkincisi; futbolculuk dönemlerinde birlikte ya da karşılıklı olarak oynadıkları maçlar. Her ne kadar Pirlo ve Yalçın’ın aynı sahada bulundukları bir maç olmasa da diğer ikisinin var. Simeone ve Pirlo, önce Inter’de takım arkadaşıydı. Ardından Simeone, 1999 yazında Lazio’ya transfer olmuş ve Serie A’da defalarca karşı karşıya oynamışlardı.
Simeone ve Yalçın’ın ise üç maçı var: İlk randevuları, Eylül 2001’deki Şampiyonlar Ligi grup karşılaşmasında Galatasaray’ın 1-0 kazandığı Lazio maçıydı.
Yalçın oyuna 62. dakikada girmiş ve 17 dakika sonra Ümit Karan’ın galibiyeti getiren golünün asistini yapmıştı. İki ismin Mart 2003’teki diğer karşılaşmalarında ise Yalçın, Beşiktaş forması giyiyordu. UEFA Kupası çeyrek finalinde eşleşen iki takımın mücadelesinde bu defa gülen Simeone’nin takımıydı. İtalyanlar, Roma’da 1-0, İstanbul’da 2-1 kazanıp yarı finale yükselirlerken, Beşiktaş’ın eşleşmedeki tek golünü Yalçın kaydetmişti.
Üçüncü ortak noktaları, futbolcu olarak oynadıkları bir takımda antrenörlük yapmaları: Atletico Madrid, Juventus ve Beşiktaş.
Dördüncüsü aynı on birde yer almaları. Kalede Claudio Taffarel, savunma dörtlüsünün sağında Darijo Srna, solunda Michael Klein, merkezinde Giuseppe Bergomi ve Antonio Carlos Zago, orta üçlüde Fernandinho, Andrea Pirlo ve Diego Simeone, forvet arkasında Gheorghe Hagi ve Sergen Yalçın, en uçta ise Ronaldo (Brezilyalı olan).
Elbette bu takımı şu ana kadar kimse izlemedi. Çünkü böyle bir takım yok. Bu yalnızca Mircea Lucescu’nun antrenörlük kariyeri boyunca çalıştığı en iyi oyunculardan kurulu bir takım. Ki bu da Simeone, Pirlo ve Yalçın’ın beşinci ortak noktası; Lucescu’nun öğrencileri olmak.
İlk Öğrenci Simeone’ydi
Otuz bir yıl önce, İtalyan kulübü Pisa, Velez Sarsfield’ın genç orta saha oyuncusunu transfer etmişti. O sezon Pisa’nın başında olan Lucescu, birkaç yıl önce La Gazzetta dello Sport’ a verdiği röportajda Simeone hakkında şunları söylüyor:
“20 yaşındaydı. Teknik olarak bir fenomen değildi. Ama maçları mükemmel bir şekilde analiz etmeyi bilirdi ve tekniğinin eksikliğini zekâsıyla telâfi ederdi. Sahayı çok iyi kaplar ve kendisinden yaşça büyük takım arkadaşlarını dahi yönlendirirdi.
“Bu yüzden onu görür görmez, ‘Bu çocuk ileride antrenör olacak’ demiştim.”
İkinci öğrenci Pirlo’ydu. 1994-95 sezonunda bu kez bir başka İtalyan kulübü Brescia’nın başında olan Lucescu, Reggiana’ya karşı oynadıkları bir lig maçında henüz 16 yaşındayken Pirlo’yu oyuna almış ve genç Pirlo’nun kariyerinin ilk maçında Serie A tarihinin en genç oyuncusu unvanına erişmesini sağlamıştı.
Pirlo, ünlü otobiyografisinde Lucescu’nun onu henüz 15 yaşındayken Brescia akademisinden alıp A takım antrenmanlarına çıkardığını ve kendisine ilk sözünün, “Andrea, genç takımda oynadığın gibi oyna,” olduğunu söylüyor. “Onun bu emrine ufak ve itaatkâr bir asker gibi uydum,” diyen Pirlo, buna karşın antrenmandaki tecrübeli oyuncuların kendisini iyi karşılamadıklarını anlatıyor. Bir antrenmanda üç defa üst üste çalım attığı takımın kıdemlilerinden birinin tam bileğine doğru çok sert bir faul yaptığını söyleyen Pirlo, bunun üzerine Lucescu’nun kendisine göz kırpıp, “Merak etme, her şey yolunda. Ve lütfen, yaptığın şeyi denemeyi sakın bırakma,” dediğini, ardından takımın diğer kalanına dönüp, “Topu Andrea’ya verin, onunla ne yapılacağını gayet iyi biliyor,” dediğini aktarıyor.
Lucescu’nun Üçüncü Öğrencisi Sergen Yalçın
Ama Yalçın diğerleri kadar şanslı değildi. Pirlo 15, Simeone 20 yaşında Lucescu ile tanışma fırsatını bulurken, Yalçın ise ancak 29 yaşındayken bu şerefe nâil olabilmişti.
2001 yazında Galatasaray’a ikinci defa transfer olan Yalçın, tatilden çıkıp geldiği Florya’daki ilk antrenmanında Lucescu’nun dikkatini ilk olarak fazla kilolarıyla çekmişti. Rumen antrenör Yalçın’ın fizikî durumuna bakınca, yanındakilere onun uzun süre boyunca oynamasının zor olduğunu söylese de ligin ilk maçı olan Gaziantepspor deplasmanında onu on birde başlatmış ve Yalçın o sezonun ilk golünü atmıştı. Sıra dışı yeteneğiyle kısa sürede Lucescu’yu büyülemeyi başaran Yalçın, sezonun ikinci yarısında çapraz bağlarını koparana dek Galatasaray’ın en skorer oyuncularından biri olmuştu.
Ertesi sezon Beşiktaş’ın başına geçen Lucescu’nun yönetimden istediği ilk transfer oydu. Yönetilmesi hep çok zor bir oyuncu olan ve antrenörleriyle genellikle sorunlar yaşayan Yalçın, Lucescu için ise sanki dünyanın en kolay insanıydı. Yalçın’ın kariyeri boyunca aradığı özgürlüğü, ona Lucescu vermişti. Tecrübeli antrenör, onun sahada yapabileceklerinin buna değeceğini düşünüyordu. Haklıydı da.
Yalçın aynı zamanda Lucescu’nun sahadaki bir gölgesiydi. Beşiktaş’ta Lucescu’nun yardımcılığını yapan Feyyaz Uçar, geçtiğimiz yıl Beşiktaş Dergisi’ ne verdiği bir röportajda, Yalçın’ın Lucescu ile olan özel ilişkisini şöyle anlatıyor:
“Sergen oyuncuyken futbolcuyla teknik direktör arasında bir adamdı. Bunu mental olarak söylüyorum.
“Mesela, Lucescu’nun futbol hakkında konuştuğu tek oyuncuydu. Orada bir sürü oyuncu vardı: (Federico) Giunti, (Antonio Carlos) Zago, (Guiaro) Ronaldo… Hiçbiriyle oturup futbol hakkında sohbet etmezdi. Ama Sergen’i idmanda yanına çağırıp, ‘Bu nedir, böyle yapılsa nasıl olur?’ gibi şeyler sorardı.”
Uçar’ın anlattıklarına göre Lucescu, belli ki tıpkı otuz yıl önce Simeone’de gördüğü şeyi Yalçın’da da görmüştü. Yani onun da gelecekte bir antrenör olabileceğini anlamıştı.
Bu üç adamın antrenörlüklerinin ise ilk bakışta birbirleriyle çok ilgisi yok gibi görünebilir. Sahiden de öyle. Yalçın’ın Beşiktaş’ı Süper Lig’in en baskın oyunlarından birine sahipken, aynı şeyi Simeone’nin Atletico’su ve Pirlo’nun Juventus’u için söyleyebilmek pek mümkün değil. Beşiktaş, %61.2 ile Alanyaspor’un ardından ligin en çok topa sahip olan takımı. Mükemmel olmasa da, Süper Lig’in set oyununu en iyi oynayan takımlarından biri. Atletico ve Juventus ise kendi liglerinde topa sahip oldukları ve karşılarında derin bir savunma buldukları maçlarda çoğunlukla üretim sorunları yaşıyorlar.
Öte yandan bu üç takımın topsuz oyundaki hâlleri de birbirine pek benzemiyor. Beşiktaş ve Juventus, rakip yarı sahada pres yapmayı tercih ederken, Atletico ise takım hâlinde topun arkasına geçip orta blokta pres uygulamayı ya da rakibi derinde karşılamayı seviyor. Tıpkı birçok kontratak takımı gibi.
Fakat bu üç takımın da farklı yollarla da olsa iyi yaptığı bir şey var: Rakibe az sayıda pozisyon vermek. Tıpkı Lucescu’nun tüm takımlarında olduğu gibi.
Beşiktaş’ın eski yöneticisi İbrahim Altınsay, Goal Türkiye’ye yaptığı açıklamada 2002-03 sezonunda yaşadıkları bir olayı anlatıyor:
“100. yıl kutlamasını hatırlarsınız, Göztepe maçı öncesine denk gelmişti. Galiba 7-3 kazanmıştık.
“Maçtan sonra hoca çok kızgındı. ‘Bu kutlamayı maç öncesinde nasıl yaparsınız!’ diye çıkışmıştı bize. ‘Ne oldu ki, yedi gol attık işte’ dediğimde, ‘Olur mu, nasıl üç gol yeriz!” diye sinirlenmişti.”
Rumen antrenörün 1990-91 sezonunda Romanya dışındaki ilk işi olan Pisa’da da benzer bir anısı var. Pisa, sezonun 6. haftasında Giuseppe Meazza’da şampiyonluğun favorilerinden Giovanni Trapattoni’nin çalıştırdığı Inter’e konuk olur. Ve karşılaşmayı 6-3 kaybeder. Maçın ardından Lucescu çok mutsuzdur. Takımı hem kaybetmiş hem de yarım düzine gol yemiştir. Buna karşın kulübün sahibi Romeo Anconetani’nin yüzü gülüyordur. Maçtan sonra Lucescu’nun yanına gider ve onunla Inter’e üç gol atmış olmalarından duyduğu mutluluğu paylaşır. “Şaka yapıyor olabileceğini düşünerek yüzüne baktım, ama ciddiydi,” der Lucescu, “Üç gol atmamıza rağmen altı gol yemiştik, bu benim için bir felâketti.”
Bu onun üç öğrencisi için de aynı anlama geliyor. Simeone’nin takımı, bu sezon La Liga’nın geride kalan bölümünde kalesini en fazla gole kapatan takım (13). Aynı zamanda Avrupa’nın beş büyük liginde en az gol yiyen ikinci takım (18).
Pirlo’nun takımı, Serie A’da en az gol yiyen (22), kalesinde en az isabetli şut gören (77), en az net gol pozisyonu veren (27) ve kalesinde en az gol beklentisi olan (24.8) takım. Avrupa’nın beş büyük liginde ise rakiplerinin en az net gol pozisyonuna girebildiği ikinci takım.
Yalçın’ın takımı da bu sezon Süper Lig’de kalesinde en az net gol pozisyonu veren (30) ve kalesinde en az gol beklentisi olan (27.6) takım. Aynı zamanda kalesinde en az isabetli şut gören (87) ve kalesini en fazla gole kapatan (12) ikinci takım.
Elbette Beşiktaş, ligin aynı zamanda en golcü takımı. Onlardan başka maç başına iki gol barajını aşabilen bir takım yok. Ama bu onları “nasılsa yediğimizden fazlasını atarız” rahatlığına itmiyor. Çünkü antrenörleri tam tersi şekilde düşünüyor.
Yalçın’ın Nisan 2016’da NTV’ de katıldığı bir programda söyledikleri de bu konudaki anlayışını açık olarak ortaya koyuyordu. Programda o yıl bir hayli baskın ve göze hoş gelen bir futbolla Şenol Güneş yönetimindeki ilk lig şampiyonluğuna giden Beşiktaş’ı değerlendiren Yalçın, buna karşın siyah-beyazlıların çok iyi savunma yapamadıklarına dikkat çekiyor ve şunları söylüyordu:
“Beşiktaş şampiyonluğu hak eden bir takım. Çok arzulu ve ofansif oynuyorlar. Oynadıkları futbol da zevk veriyor. Ama bu kadar ofansif oynamak iyi bir şey mi? Bu bence çok tartışılır.
“‘Ben karşı kaleye gidip 15 gol pozisyonuna gireyim, ama rakip takım da benim kaleme gelip 10 gol pozisyonuna girsin’ diye düşünmek çok sağlıklı değil.
“2003’te bir takım bize karşı iki gol pozisyonuna girebilmişse iyi oynamış demekti. Öyle iyi savunma yapıyorduk ki, daha fazla pozisyona girebilmeleri mümkün değildi.
“Bu yüzden şampiyonluğa oynayan bir takımın öncelikle çok fazla pozisyon vermemesi gerektiğini düşünüyorum.”
O sezon Beşiktaş ligde tam dokuz maçını 1-0 kazanmıştı. Ersun Yanal’ın direkt hücumlarla lige damgasını vuran ve üçüncü sırada sezonu tamamlayan takımı Gençlerbirliği’nden 13 gol daha az atmışlardı. Ama şampiyon onlar olmuştu. Hem de lig tarihinin hâlâ kırılamamış rekor puanıyla (85). Çünkü o sezon Süper Lig ve Avrupa’nın beş büyük liginde Beşiktaş’tan daha az gol yiyen bir takım yoktu (maç başına 0.6 gol).
Bu sezon ise aralık ayında çok etkileyici olmayan bir oyunun ve duran toptan bulunan bir golün neticesinde Beşiktaş’ın 1-0 kazandığı Ankaragücü deplasmanının ardından Yalçın’ın yaptığı, “Büyük takımsan iyi savunursun. İllâki bir gol atarsın, ama öncelikle iyi savunma yapmak lâzım,” açıklaması 100’üncü yıldaki takımın onun oyun anlayışı üzerinde ne kadar büyük bir etki bıraktığını gösteriyordu.
Beşiktaş’ın birkaç yıl önce Güneş yönetimindeki takımı da kuşkusuz çok heyecan vericiydi. Ama daha farklı değerleri temsil ediyordu. Yalçın’ın takımını en iyi tanımlayan şey ise sakinlik ve olgunluk. Ve bu değerler 2003’ten kalma bir miras.
Tıpkı Lucescu’nun takımı gibi, Yalçın’ın oyuncuları da maç boyunca oyunu kontrol etmeyi seviyorlar. Skoru erken bulamadıkları birçok maçta ise risk almadan sonuna dek sabırla bekliyorlar ve bir şekilde kilidi açacakları fırsatı yaratıyorlar. Üstelik bu esnada kalelerini güvende tutmayı da başarıyorlar. Bunu da karşı preslerinin ya da başka bir ifadeyle Sergenpressing’ in örgütlülüğüne borçlular.
Son Başakşehir maçının 38. dakikası Beşiktaş’ın karşı presinin şiddetine çok iyi bir örnekti.
Vincent Aboubakar’ın etrafındakilere duvar olmak isterken arkasındaki rakip savunmacının müdahalesiyle kaptırdığı top Başakşehir’in kendi yarı sahasının sağ kanadındaki Deniz Türüç’te kalmıştı. Deniz önce topu çizgi tarafından ileriye sürmeye yeltenmiş, ama Fabrice N’Sakala’nın orayı kapattığını görünce bunu yapamamamıştı. Ardından kalecisine geri pas verme imkânının olup olmadığına bakmış, ama o kanalı da Cyle Larin kapatmıştı. Bu yüzden topla çaresizce kendi ekseninde dönmüş ve merkezde pas verebileceği bir arkadaşını ya da bir alanı aramıştı. Ama orayı da ligin bir numaralı “alan yorumlayıcısı” Atiba Hutchinson kapatmıştı. Artık yapacak bir şeyi yoktu. Ters kanada doğru gördüğü en olası hedefe umutsuz bir pas yollamış ve Rachid Ghezzal araya girip atağı yeniden başlatmıştı. Tüm bunlar ise yaklaşık üç saniye içinde olmuştu. Beşiktaş üç saniyede topu geri kazanmış, rakibine kontratak imkânı vermemiş, dahası kendilerine karşı bunu yapabileceklerine dair en ufak bir umut dahi vermemişti.
Yalçın’ın belki de en övülmesi gereken başarısı işte bu; yapmak istediği şeyin onlara kazanmanın bir yolunu vereceğine oyuncularını yüzde yüz ikna etmesi. Takımın omurgasını oluşturan Atiba Hutchinson ve Josef de Souza gibi iki büyük profesyonel ve takım oyuncusu için yüksek azim, disiplin ve konsantrasyon isteyen bir oyuna adapte olmak çok zor olmayabilir; ama Cyle Larin ya da Kevin N’Koudou gibi kısa süre öncesine kadar topsuz oyunda tribündeki seyircilerden pek bir farkı olmayan oyuncuları, rakip bekler hücuma çıktıklarında onları kendi ceza sahasına kadar takip etmeye ikna etmek hiç kolay bir şey olmasa gerek.
Bu da Yalçın’ın oyuncular üzerinde büyük bir tesirinin olduğu anlamına gelir ki, kendisi bu konuda da Lucescu’dan çok şey öğrenmiş olmalı.
Julian Nagelsmann’ın söylediği gibi; futbolda bir taktik deha olabilirsiniz, ama insan yönetiminde iyi değilseniz, bu işte başarılı olma şansınız çok düşüktür. Üst üste gelen puan kayıplarının ardından şampiyonluk yarışında geriye düşen Fenerbahçe’de teknik anlamdaki öncelikli sorunlardan biri de bu görünüyor. Ligin dibindeki takımın ardından, bu pazar zirvedeki takıma da kaybederlerse, büyük ihtimalle yarışta iki takım kalacak: Beşiktaş ve Galatasaray.
Bu iki takım, kafa kafaya şampiyonluk yarışı vermeyeli tam on sekiz yıl olmuştu. Aradan geçen bunca yıl ise beraberinde bazı tesadüfler getirmiş gibi görünüyor.
Terim’in Galatasaray’ın başında tamamlayabildiği on sezonun sekizini şampiyon olarak bitirmesinin yarıştığı takım için her zaman tedirginlik verici bir şey olduğu kesin. Ama bu defa Galatasaray da kendisini çok rahat hissetmiyor olabilir. Öyle ki, Terim’in Galatasaray’da şampiyon olamadığı iki sezondan biri, Lucescu’nun Beşiktaş’ına karşıydı. Şimdi de karşısında çok farklı bir Beşiktaş yok. Aynı tedrisattan geçmiş bir adam ve takımı var.