Gündem

Kum

Hayatta en çok gitmeyi ve yazmayı istemiştim. Gittiğim her şehirden ve yürekten yan komşumun komşusu, apartmanın aynı numaralı dairesi olarak geri döndüm. Her döndüğümde de bir tabak zeytin, iyi demlenmiş çay ve fırın ekmeğiyle oturdum sofraya. Özlediğimdendi bu memleketi ve üzerinde yetişen herşeyi. Bugünlerde tekrar gidebilmek için kendimi parçalıyorsam da, gidebilmek acılı bir hal aldı, bunun dehşetli hafifliğini taşıyorum.

Etrafımdakilerin çoğunun hayatı yollarda geçiyor. Benim de yine yollara düşme vaktim geliyor, derinden gelen bir şiddetle hissediyorum bunu. Çünkü bu yaz balkonuma çıkıp yazı yazma isteğim az, oturup yalnızlığımın en güzel koltuğuna bağdaş kurup film izlemek istemiyorum bu yaz. Kalabilen olmayınca giden oluyorsun, etrafımdaki pek çok insan da benim gibi. Sanırım birbirimizden başka çaremiz yok, o yüzden sokuluyoruz birbirimize. Yollara düşerek neyin bedelini ödüyoruz, bilmiyorum. Sadece haz olduğuna inanmayı ne çok istiyorum oysa; adı ve tadı her ne olursa olsun, hayat önce “hüsnü niyet”, sonra apaçık biçimde “eylem” bekliyor benden…

Bir kez arkasından kovalayıp yakalayabileceğin bir şey olarak görmeye başladıysan hayatı, tuzağa düşmüşsün demektir. Çünkü o hep kaçar! Bu hakikati kavrayıncaya kadar ne çok zaman kaybettiğimi; nasıl can sıkıntılarıyla boğuştuğumu iyi bilirim.

Bütün hikmet gelenekleri bizi “ömrümüzün tek bir anının bile hakkını vermek” konusunda uyardılar ya bu yollara düşme alışkanlığı onun yavrusu belki bunu. Lakin bir şeyin hakkını vermek, önce ona “anlam” vermektir. Yollara düşmenin anlamını bilmek, yollarda oyalanmak ya da zaman geçirmek değil de yaşamak gerekir.

Böyle koştururken geçen zamanın hakkını nasıl verebiliriz ki… Anlam yok artık, hazlar var; dokunup geçtiğimiz hazlar! Ve büyük yorgunluk. Oysa bir anlasak ki bir şeyi tutabilmemiz başka şeylerin elimizden kayıp gitmesiyle mümkündür. Kimi sevsek, başka güzel ihtimallerin boynu bükük kalır. Bir yerden çoğalıyorsak eğer, bir yerden de mutlaka azalıyoruzdur.

Julia Roberts’ın en sevgili filmlerinden birini seyredip düşünürken geniş koltuğumda, ikiye ayrıldı zihnim. Bütün mutlu insanlar birbirine benziyor, her mutsuzun ise kendine özgü bir mutsuzluğu var. Kimisi kumdan kaleler yapıyor; önceden tasarlayarak, düzgün, kenarları belli. Kimisi ise sulu kumu avuçlarını birleştirip ortasından akıtarak aşağıda ortaya çıkan şeklin ne olacağını bilmeden, sadece avucunda kalan kumları seyrediyor. Her seferinde aşağıda biriken kuma ve olmakta olan şeye şaşırarak yaşıyor. Kimisi yapıyor, kimisi oluyor… Benim ne olduğum belli, bazen hatta çoğu zaman denk getiremiyorum kumu kaleye… Özenle hayatını başında inşa edenler var ya, ben ise sadece yaşayan, hayretle ve özürlü… Böyle bir hayatın ihtiyarlığı nasıl olur, bunu düşünüyorum bugünlerde.

Hepimiz olduğumuzdan başka bir şey olmayacağımızı, fazla zorlamanın da anlamı olmadığını bilecek yaştayız, değil mi? Ben o yaştayım, akıttıklarımla çoğu zaman kalenin yükselmeyeceğini ama bunu değiştirmek için çok geç olduğunu bilecek yaşta.

Nereye gidersem gideyim, kişiliğim, karakterim, ruhumdaki bütün o girinti ve çıkıntıların benimle birlikte geleceğini bilecek yaşta…..iş, güç, aşk, yer, yurt gibi alanlarda yapılan köklü değişikliklerin müthiş sonuçlar doğuracağına çok bel bağlamayan; yeni bir yüz, yeni bir sevgili, yeni bir iş, hatta yeni bir kimlik bizim “eski sıkıntılarımızı” yaşamayacağımı garanti etmeyeceğini bilecek yaşta…

sampiyonlar ligi WTS 2

Her ikisinin de bedeli var elbette. Ben sadece benimkini biliyorum, özgeçmişime yazılmayacak bir sürü şey yaşamış olacağım sonunda. Yine sonunda tıpkı özgeçmişime yazılı olmayan yüzlerce hikaye yaşamış, yorulmuş, yarı kırık bir bakışla dolaşan, pek fazla konuşmayan, zaten konuşmadan da anlaşabilen insanlar olacak etrafımda. Akşamları bir kadeh şaraba çağıran ya da fırtınada alabora olmuş, sığınacak dost limanlar arayan düzlem paydaşları olacağız. Şu fazla enerjik insanlardan kimse olmayacak ortalıkta. Onlara nazaran bir ud taksimi gibi geleceğiz kulağa. İyi mi dersiniz?

Hangi kale olduğunuzun bir önemi yok aslında, her ikisinin de yeri var bu hayatta. Sadece akıtma kumdan yapılmış kalenin insanıysanız yol daha şefkatli geliyor insana. Daha çok saklıyor beceriksizliğinizi, yol bunun için zaten, duramayanlar için…Durabilene aşkolsun. Başında inşa edip daha sonra koruma altına alanların, buna sabredenlerin de hepsine aşkolsun. Ama bana bir hikayenin sonunu bilmek ölüm gibi geliyor. Seçtiğim en takvimli hayat intihar gibi. Peri gömleğini çıkarmış oluyorum o vakit, ölümlüler arasında dolaşan kör topal bir peri. Hayatın tadını trendler eşliğinde almayacağız. Mesela güzel bir müzikle, iyi bir filmle tanışmanın; şehrin hoş semtlerinde dolaşıp kafelerde soluklanmanın; ruhu dinlendiren bir seyahate çıkmanın nasıl keyifli bir şey olduğunu kimse inkâr edemez; ama söyleyin bana, bunlar “hayatın tadı” konusunda fazla çıtır çerez kalmıyorlar mı? Şu dünyada “nereden gelip nereye gittiğini” hiç sorgulamayan ve bir gram bal için o çiçekten bu çiçeğe koşturanlar hayatı tadabilirler mi? Seçilmiş çaresizliğinin, bitmez tükenmez mızmızlıklarının ortasında oturup kendin için “iyi” şeyler düşünüyorsun. Ama umudun ve hayallerin tatlı enerjisi tükendikçe içindeki mutsuzluk büyüyüp acıtıyo. Bu acıyı başkalarından saklamak için ne yapacağını şaşırıyorsun. Nedir şimdi bunun tadı. Acı…

Hem eğer “yol”a çıkmadıysan, randevu noktasına kadar bile yürümeye üşeniyorsan, “sevgili”yle buluşmayı beklemen tuhaf değil mi?

Belki Nietzsche haklıdır; insan dostluğun gerektirdiği kadar cömert değildir henüz. En doğru arkadaşlık ilişkisi yoldaş olmaktır belki, ama o vakit de insanın aklına gelmiyor değil; düzgün kenarlı kumdan kaleler yapanların“yol”u var mı ki, yoldaşlığı olsun?

Ne bileyim işte… İçim böyle bugünlerde…

Dikkati Çekenler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu