GündemHaber

Hakan Pişkin’le “Sakıncası Yoksa Başka Şeylerden Konuşalım”

Toplum olarak geldiğimiz noktada, insanların girişimci ruhunu törpüleyen bir mekanizma var. Herkes üniversiteyi bitirip, büyük bir şirkette mesaili, kartvizitli ve iş yerinin sağladığı bir çok olanaktan faydalanan pozisyonlarda görev almak istiyor. Hepimizin hayali bu kadar kısır ve tek olabilir mi? Bu korkaklık değil mi? Hayat bu kadar korkutucu ve kaçılacak bir şey mi?

Bunlar doğru, insanlar geleceklerini daha iyi planlamak istiyorlar, garanti altına alma ihtiyacı hissediyorlar. Gelecek kaygısıyla onların önüne konan biçilmiş ve aynı zamanda da örnek teşkil eden bir yoldan yürümeyi tercih ediyorlar. Bu yanılsamaya açık da bir yol. Çok iyi bir eğitimle, çok iyi işlerde ve makamlarda, çok büyük paralar kazanılarak, mutsuz bir sürü hayat da tüketiliyor. Bu dün böyleydi, bugün böyle, yarın da böyle olacak.

Mesela Topkapı Sarayı’nı gezerken avludaki parmaklıklar bana Padişah da olsan, gücün getirdiği korkularla yaşamanın zor olduğunu düşündürmüştü. Belli bir mevkiye ulaştığınızda hesapta olan ya da olmayan bir sürü faktör ve korku ve mutsuz bir yaşam sürmenize neden oluyor.

Doğal bir ticari ağ var, hayatla iç içe bir organizasyon var, tüketim duyguları var, onlar reklamlarla yönlendiriliyor. Hal böyle olunca insanlar böyle düşünmekte hem haklılar hem değiller. Kişi kendini hayata hazırlarken haklı olduğu bir yolda ilerliyor ancak; gidersin şu okula, dökersin paraları, olursun müdür ya da genel müdür, yaparsın kariyer, yaşarsın güzel hayat gibi bir denklem yok, hem de hiç yok.

Buralarda insan kendi yeteneklerine, doğal güçlerine yönelirse ve onların farkına varırsa, onlarla kendi hayatının akışını birleştirirse, beklentilerini ona göre oluşturursa – ki bunların hepsi bir ayılma gerektirir- mutluluğu eninde sonunda yakalar ve mutluluk bir noktadan itibaren başlamaz, o noktaya gidiş sürecinde de eşlik eder.

Kişinin kendi istediği ve iyi yaptığı bir şeyi yaptığında daha rahat bir hayat yaşadığını ve yükselebileceğini düşünüyorum. Buradan çıkan sonuç ve verilebilecek mesaj da; kişinin eldeki imkanlarla birşey yapmaktan çok, kendi istediğini yapma sorumluluğunu da taşımasının doğru olduğu.

Sonuç olarak evet bu korkaklıktır ama haklı bir korkaklıktır… Aynı zamanda maalesef çaresiz bir korkaklıktır…. Yaygın olan formülle çözülemeyeceğini, ayılmak gerektiğini düşünüyorum.

Sen de bazen kaçıyor musun hayattan?

sampiyonlar ligi WTS 2

Hayattan kaçıyor muyum bilmiyorum ama biz insanoğlu için hayatın içinde korkulacak çok fazla şey oluyor. Korkuları aşmadıkça hayatı yaşama alanları çok daralıyor. Korkuların üzerine giderek aşılması gerektiğini düşünüyorum, bu cesaret biraz insanın enerjisi, gücü ve pozisyonuyla da alakalı.

Biz kültür olarak çok fazla kaygı üreten bir toplumuz. Gereklilikler üzerinden yaşıyoruz ve hayatın en verecen yanı olan anı yaşama, ana kendini bırakma, hayatın akışına kendini bırakma ilişkisinde eksik kalıyoruz. Hiç ummadığınız yerden bir güzellikler ve olumlu şeyler gelebilir penceresini kapalı tutuyoruz. Çünkü biz hep birşeyleri umuyoruz, o umduğumuz yerler e koşturuyoruz, oralarda tosluyoruz ve yine tosladığımız yerlerden hayatı zorluyoruz. Halbuki o ana ait beklentilerimizi bırakarak, başka bir tarafa yönelsek, hayatın şimdi olmasa da başka bir zaman bişeyler getireceğine inansak, ama bir yandan da yine kaderciliğe düşmeden yürüyebilsek biraz daha rahat olacağız.
Benim de korkularım var, vardı. Ama biraz üzerine gittiğimi ve belli ölçüde de olsa aştığımı düşünüyorum. Yaşadığım hayatın kolay bir hayat olmadığını, buna karşılık olarak hayatı tamamlama konusunda önemli bir yol aldığımı düşünüyorum. Böyle düşüdüğümde kendim kendime iyi geliyorum.

Sanatçılar popüler yaşamdan uzak yaşamayı mı tercih ederler?

Herkes bir yerinden yaşama sanatına dahil ama bizim konuştuğumuz sanat farklı bir sanat. Sanatçının kendi içinde bir agresyonu, kilitlenmesi vardır, sanatı da bunu ifade biçimi olarak gürür. Bir hesaplaşma durumu da olabilir; kültürel, evrensel, dönemsel, toplumsal hesaplaşmaları vardır. Bu hesaplaşma da, toplumdan uzak bir bakış, ters açı oluşturma, toplumla ters düşme olarak cereyan edebliir. Sanatçının anarşist bir bakış açısı olabilir ve toplumu o bakış açısına da yine anarşist bir ruhla çekmeye çalışabilir.

Şimdilerde popülizmle sanatı da birleştirmeye çalışıyorlar ama mümkün değil. Bu seri üretim, seri yaşam v.s. gibi seriliğin olduğu, reklam dokularının olduğu, ticari kazanca yönelik yapılan işlerin arka planını göstermeye yönelik bir yerde durur ve sanatçı bu noktada popülizmle ters düşer. Bu görüntü de ilk anda, toplumdan beslendiği ve toplumu beslemeye çalıştığı halde, uzak yaşıyor mesajını verebilir.

Sanatçılar sadece sanatçılarla mı eğlenirler? Sanatçıyı ancak bir başka sanatçı mı anlar ya da bir başka sanatçı mı ruhuna dokunur, bir başka sanatçıya mı aşık olur?

İlk bakışta böyle gibi görünüyor hatta kulağa da hoş geliyor. Magazin programlarına da baktığında, hepsi birarada geziyorlarmış gibi görünüyor. Dizilerdeki dizi aşkları da aynı şekilde düşündürüyor.
İnsan eşini ya da dostunu bulunduğu ortamdan seçebilir, doktor doktordan seçebilir, çoğaltıp farklı meslek gruplarına da yayabiliriz bu tercihleri ancak genelleme yapmak yanılsama olur. Sanatçılar birbirlerini daha kolay ve iyi algılarlar diyebiliriz ama iyi anlaşırlar diyemeyiz.

Bazı noktalarda kişinin kendi karakteristik özellikleri, beklentileri de devreye giriyor. Mesela ben söylediğinin tersine, genel olarak ilişkilerimde daha sıradan, sanatçı olmayan kişilerin beni daha iyi anladıklarını, ilişkiyi ve iletişimi rahatlattıklarını gözledim. Ama bu benim tercih ve yapımla alakalı, bu da tam bir belirleme olamaz.

Sanatçı sanatçı ile daha yakındır ve sanatçı sanatçı ile eğlenir ve sadece sanatçı bir başka sanatçıyı anlar algısı yanlıştır, bunu söyleyebilirim..

Bu sanatçıların da yanılsaması. Sanatçıların getto oluşturma duyguları oluyor, bir camia oluşturalım, hep birlikte görünelim, takım olalım, kendimiz de farklıyız, rahatız, marjinaliz, hep birlikteyiz gibi bir fotoğraf var gibi. Ama mutlu bir durum mu? Ben tercih etmiyorum.

Bizim görmediğimiz bir yerde siz de ucuz zevkler yaşıyor musunuz?

Tabii, yaşıyorum. Bir sanatçı olarak bir filmi diğer insanlar gibi çok normal seyredemiyorum, doğal olarak oyunculuklara bakıyorum, filmin senaryosuna bakıyorum, bunlar benim mesleğimin parçası, bunun sonucunda film seyrederken benim sanatsal aksiyonum da kendiliğinden gerçekleşmiş oluyor. Filmi hobi olarak da seyrediyorum, bunlar birbirinden ayrılamaz bir karışım yaşıyorlar.

Sanatçıların hobi alanları biraz da yok oluyor galiba, ama ben onları yeniden elde etmeye çalışıyorum. Bu yüzden film seçerken bazen “atlı film” olsun diyorum. Atlı film ucuz bir parametre, çocuksu bir ölçüt gibi duruyor ama bunu yapıyorum ve bu bana iyi geliyor. Niye yaptığımla da ilgilenmiyorum.

Sanatçı da insan.. Bu durumda her türlü ucuz davranma hakkını kendine sağlamalı, extra olarak sanatçı kalıbı geliştirerek kendi doğasına aykırı ketler içerisinde bir yaşam sürmemeli. Hatalarını, yanlışlarını, sıradan bir insanın yanlışı gibi kabul edebilmeli, o zaman daha rahat oluyor.

Ucuzu da biraz açmak lazım, sokağa tükürmekten bahsediyorsak belki onaylanamaz ama, içinde biriken öfkesi ille de sokağa tükürmesini gerektiriyorsa, yeri geldiğinde belki o bile olur. Etrafa çok büyük zararlar vermiyorsa ben hepsinden yanayım. Ama bütün bunlar üzerinden prim yapmaya çalışıyorsa, kendine bir yafta, etiket sağlamaya çalışıyorsa “ben ucuz zevklerden de zevk alıyorum” görüntüsünün altına saklanıp, her türlü rezilliği yapmaktan bahsetmiyorum. Samimiyetsizliğe çok karşıyım, etrafına karşı farklı görünüp, söylediklerinin tersine davranışlar göstermek, araya gizler sokarak davranmak samimiyetsizliğinden bahsetmiyorum. Çıplak ve ortada olmaktan, söylediğin ve yaptıklarının bütün olmasından bahsediyorum.

Peki Türkiye’deki sanatçıların neredeyse hepsinin Cihangir, Galata ve Tünel tarafında yoğunlaşmasına yorumun nedir?

Bu kendi kendine son zamanlarda olan bir durum. Yaklaşık 15 yıldır Cihangir’deyim. Televizyonda dizi patlaması nedeniyle oyuncu arkadaşlar gelmeye başladı, kafeler açıldı. Yönetmenler, oyuncular, senaristler gelmeye başladı. Biz zaten yıllardır Cihangir Kahvesi’ne giderdik, o kahvenin bir anlamı vardı zaten bizim için.Hakan Pişkin Bildik bi kahve değildi, sadece yazları olan ve Cihangir müdavimlerinin geldiği bir kahve oldu, ama şimdi aldı başını gitti. Şimdilerde o kahveye saçına fön çektirerek gelen kızlar var, manzara bu duruma geldi. Herkes bir çevre arayışında, böyle gelişti durum sanırım. Cihangir’in kendi doğal yapısıyla, popüler ivmeyle birleşti, böyle bir fotoğraf ortaya çıktı.

Yoksa, sanat ve sanatçı Cihangir’in etrafında dönüyor diyemeyiz ama, sanatın tamamından ziyade, oyuncuların yoğun bulunduğu bir bölge diyebiliriz.

İstanbul’un her yerinde sanatçı var. Evvelden beri Beyoğlu sanatın merkezi olarak bilinir. Beyoğlu daha sağlam bir kültür, daha kurgulanmış bir bölge.

Gerçek sanatçılar hep hikaye edildiği gibi parasız yaşar ve böyle mi ölürler? Yani kazandıklarının bir miktarını sosyal güvence için ayırmazlar mı?

Birkaç açısı var, gerçek sanatçılar biraz öyle yaşarlar, yaşamak zorunda kalırlar. Psikolojileri böyle olduğu için har vurup harman savurmaya meyilli kişiliklerdir. Gerçek sanatçıyı tırnak işaretiyle ayırmak gerekiyor: “Gerçek sanatçı” deyince biraz daha iz bırakanlar geliyor aklıma. Orhan Veli.. Van Gogh… gibi… Bu adamların da dertleri olmuş, o dertleri anlatma noktasında normal hayatla ters düşmüşler. Van Gogh kulağını kesmiş bir sevgiliye yollamış, birinin kendi kulağını kesmesi normal bir durum değil, kulağını kesme noktasına gelene kadar kimbilir ne tür ruhsal işkenceler çekti ve karşısındakine verdiği değeri anlatmak için bedeninden bir şeyi kesme ihtiyacı duydu, bir şov duygusuna dönüştürdü… Adamın bariz bir sıkıntısı var, kulak onun işareti. Ama bi yandan da sarılar çıkıyor ve Van Gogh sarısı olarak anılıyor. Hayatını devamlı borç isteyerek geçiriyor ve aldığı o borçlarla geçiniyor.

Eğer sanatçı döneminden ilerideyse, sanatçı iyice yandı. Çünkü o dönem onu algılamayacaktır, daha sonra keşfedilecektir, ürünler daha sonra para edecektir, ona yararı olmayacaktır. Burada bir gerçeklik var aslında. Van Gogh olmasak bile idealimizi savunduğumuz için, ideal ile popüler olan arasındaki çatışmanın içinde olmak, popüler olana karşı durmak beraberinde maddi bir cezalandırmayı beraberinde getirir. Bi de buna sanatçı savrukluğunu eklersek, böyle bir fotoğraf ortaya çıkar.

Ama sanatçı sosyal güvencelerini oluşturabilir, bu hayat zorunluluğu. Sosyal güvencesinin peşinden gider, gitmeye çalışır.

Sanatçılar için garanticilik itici bir durum olabilir mi?

O da başka bir savrulma. Derdim yok, garantici değilim, hayat beni nereye götürürse oraya giderim düşüncesi de sadece siyahla beyazın, beyaz olan kısmına kilitlenme gibi geliyor ve hatta tembelliğe prim vermek gibi geliyor. O zaman al sorumluluklarını, neden sürüm sürüm sürünürken “hadi bize sahip çık devlet” diyorsun.

Gençsen, bunları görüyorsan, sorumluluklarını da alman gerekir , sosyal güvenceni de oluşturman gerekir.

Devlet sana bazı özellikler tanımalı, buna katılıyorum. Meslek odaları, sendikalar v.s. konusunda destek vermeli ama, önce sen bu konuda birleş, örgütlen, mücadele et, haklarını al ve koru.

Devlet de bunları tanımak zorunda. Zaten sanatı meslek olarak neredeyse tanımayan bir devletin içerisindeyiz. Devlet zaten sanatı ve sanatçıyı tanımıyor, başka türlü algılıyor. Biraz bizim de bu işlere farklı bakmamız gerekiyor. Çok büyük ayrımlar yerine, tırnak içinde yaklaşımlarla konuya yaklaşmak gerekiyor. Aksi halde ya öyledir ya böyledir durumuna düşüyoruz.

Sanat denince Avrupa geliyor aklıma. İnkar edilemez ki hala dönüp oraya soruluyor ve her konuda Avrupa sanat otoritelerinin fikri alınıyor. Biz çok mu gerideyiz?

Bu adamlar sanatta rönesans akımını başlatmışlar. Zamanında din ve bireyi bayağı ayırmışlar, iİnsanın kendi başına kendine davranma hakkını vermişler, hayatı da ayırmışlar. Bizde hala ümmet duygusu genlerimizde çok fazla, yapışma, birleşme, kadercilik var, Onlar ayırmışlar bu işler, süreç olarak biraz daha öndeler. Bunun tekeli, ölçütü Avrupa’dır diyemeyiz, böyle olduğunu düşünmüyorum, bu düşünceye karşıyım.

Hayat öyle acaip ki, oyunculuktan örnek verecek olursam, batı kendi içinde çok ciddi sıkışmalar yaşıyor. Hayatının gereği olarak, düzenin getirdiği sıkışmalardan dolayı duygularını kaybetme sıkıntısı yaşıyorlar, monotonluğun sanata yansıması olarak teknik oynamaya başladılar. Mesela Alman tekniği var.

İngiliz oyuncu ve yönetmen Peter Brook, Uzak Doğu’ya giderek oradaki hayatın doğasında bulunan tekniksiz oluşuma bakıyor ve buralardan da teknik üretiyor ve ürettiği şeyleri de pazarlıyor. Burada önemli olan, bu teknikler hayatın doğasında bulunuyorsa, doğuya, batıya, kuzeye gitmeyi gerektiriyorsa, oradan teknik ithal ediyorsa, söylem olarak da “doğuya, batıya gittik, orada da teknik ürettik”e getiriyorsa, “hayatta ileriye gittik, orada da sanatı ürettik, orada da tekeliz” duruşu ya da söylemi varsa bu bir piyasa işidir, ülkenin ticari gücünden ötürü söyleyebildiği bir cümle olabilir ama biz bunu böyle kabul etmek zorunda değiliz. Tam tersine, sistemler çok fazla mükemmelleştiğinde ve düzene sokulduğunda kendi cezasını verir ve kendini yitirir. Avrupa’nın sadece bir açıdan, bu açıdan böyle bir sıkıntı yaşayabileceğini düşünüyorum.

Sanatı esas yaratan şey insanoğlunun duygusu, algılarıysa; bunlar bizde daha fazla var diyebilirim. Avrupa’da bu konuda okullaşma bizden fazla diyebiliriz ama biz yeni okullar yaratma şansına sahibiz. Formlar kendi içerisinde kendi tuzağını hazırlar ve kendi gömütünü oluşturur, başka bir forma mecbur kalınır.

Yani hayat değişir, başka ifade alanları, başka formlar ortaya çıkar. Belki de onların yeni üreticileri bizler olabiliriz. Çok fazla form bilgisi olmayan, formlara göre yaşamamış, ham topraklar sanatın yeni üreticisi olabilirler.

Eğitim şart mı? Okulda alınmak zorunda mı? Okullarda hayatın içinde olmayan gereksiz bir müfredat da var mı? Hem sanatçı hem eğitimci kimliğinle neler söylemek istersin bu konuda?

Bence eğitim şart…. Çünkü bir disiplin, bir düzen, motivasyon unsuru… Doğadan, hayattan birşeyler öğrenmeye çalışırsanız çok uzun sürelerde öğrenirsiniz ve doğanın size gösterdiği kadar öğrenirsiniz. Ama eğitim olursa daha kısa sürede öğrenirsiniz. Gelgelelim tiyatro ve oyunculuk açısından bunun tam bir alfabesi de yok. İşimiz duygu olduğu için şu düğmeye basarsan şu duygu, bu düğmeye basarsan farklı bir duygu ortaya çıkar denklemi yok. Tam da kesinliği olmayan bu noktada işler karışıyor.

Bana göre konservatuvarlardaki mecut sistemler büyük boşluklar taşıyor, kötü bir eğitim sistemimimiz var. Zaten üniversite eğitim sisteminin kötülüğü genel olarak tartışılıyor ama konservatuvarların yapısını bilen biri olarak; oralarda olumsuz bir yapı içerisinde olduğumuzu düşünüyorum. Eğitim demek bir metod demek ancak hangi okulun hangi metodu uyguladığını sorsak bir cevabı yok. Bunun anlamı, metodsuzluk, sinerji yokluğu, bir dil birliğinin olmaması demek. Öğretim görevlililerinin arasında programların konuşulduğu, hayatın ve sanatın bütünlüğünden yola çıkıldığı bir oluşum yok. Herkes kendi başına bir okul gibi davranılıyor. Bir yandan üniversiteler paralı oldu, bu da bir yandan eğitimde hem açılım hem de eğitime darbe oldu. Hangi dizide hangi oyuncu oynuyorsa onun müşterisi farklılaştı.

Eğitim takvimine gelecek olursak da; dünyanın en güzel yerinde de çalışılsa eğitim 2 artı 1 yeterli, 4 yıllık bir iş yok ortada. Oyunculuk meselesi hayat boyu öğrenilir ama kendini profesyonel alana atmak için 3 yıl yeterli, hatta çok iyiyse iki yılda da bitirilebilir. Mevzu süreden çok süreçlerin nasıl kullanıldığı. Bizde bir sürü saçma sapan şeyle dolduruluyor, kalıplaştırılıyor ve boş inançlar halinde teorik inançlar halinde, teorik inançlar halinde öğrenciler yetiştiriliyor. Bu üniversitede böyle, konservatuvarda da böyle. Kafasında bazı klişelerle çıkan çocuklar oluyor, ya da taklidin getirdiği tekrarlamanın yarattığı klişelerle yetişen çocuklar yetişiyor. benim bakışımda konservatuvarlı olmanın, okullu olmanın şartı yok.

Konservatuvarlı olmak, okullu olmak, eğitimli olmak gerekli ama bu eğitim mutlaka hayattaki başka açılarla bozulmalı ve zenginleştirilmeli. Türkiye’deki eğitim hakkında çok ciddi soru işaretlerim var ama Avrupa’da da olsa yine böyle olmalı. Verilen bilgiler başka bilgilere açılımlı hale getirilmeli, insanı kilitlememeli.

Sinema tiyatroyu öldürür mü?

Düşünüyorum, sinema tiyatroyu öldürebilir, eğlence alanı olarak öldürebilir ama ama bu mevzu elmayla armutun kıyaslanması gibi de geliyor.

Sinemadan çok televizyon tiyatroyu öldürür. Ya da daha doğru şekliyle televizyon, sinema ve tiyatroyu öldürür. Televizyon eğlence aracı olarak kullanılıyor, tiyatro da öyle. Yine de tiyatronun farkı canlı olması. Yine de tarihe baktığımızda tiyatro çok ciddi darplar görmüş, kiliselere tıkılmak zorunda kalmış, engizisyon döneminde tiyatrocuların şahitlikleri sayılmamış v.s. ama bunlara rağmen hep yaşamış tiyatro ilişkileri, ciddi sıkıntılar yaşanmış ama yine de yok olmamış. Oyun insana bir durum ve canlı bir ilişki. Bir yandan öldüğü sanılırken bir yandan kendine ait yeni duvarlar örüyor.

Şimdilerde oda tiyatroları var, oradaki yeni stil, yeni form insana başka keyifler veriyor. Kültür oluşuyor, kurslar oluştu, tiyatronun bulaştığı alanlar değişti. Şirketlere bulaştı, eğitimlere bulaştı, çocuk gelişimine bulaştı. Yani tiyatro farklı biçimleriyle farklı alanlar buluyor kendine.

Hangi yönetmenleri, hangi filmleri izlemeyi tercih ediyorsun?

İçinde at olan filmleri severim.. Çeşitli zamanlarda ve ruh hallerimde çeşitli film izleme kriterlerim var. Sanatsal ve entellektüel kaygılarla yapılmış filmleri izliyorum. Aklımıza gelebilecek bir sürü yönetmenle ilgileniyorum. Bir takım ünlü ve yapıtına güvendiğim yönetmenlerin filmleri olabiliyor. Oyuncu filmi de izleyebiliyorum. Meryl Streep, Al Pacino, Anthony Hopkins, John Malkovich filmlerini beğenirim. Leonardo Di Caprio’yu çok beğeniyorum. Çok iyi bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Yenilerden Nicole Kidman’ı beğenirim. Judy Foster’ı beğenirim. Suya sabuna dokunmayan filmleri tercih edebiliyorum, büyük rantlı “ulusal komedi” denilen tarzı beğenebiliyorum, biyografileri beğeniyorum. Ray Charles’ın hayatı, Muhammed Ali’nin hayatı gibi…

Monica Bellucci?

Yok, Monica’ya ısınamadım….

Tiyatro Ti ve Ti Performans dışındaki hayatından biraz bahseder misin?

Sanatçının topluma sürtündüğü herşey yaşıyor. Bizler oldukça kısıtlı bütçelerle yaşıyoruz. Hal böyle olunca çok fazla gezme – tozma işlerine bulaşamıyorum. Seçtiğim bu miminal hayat tarzı içerisnide keyif aldığım şeyler yapıyorum. Arkadaşlarımla sohbet etmeye çok önem veririm, tatile bile gitsem eski dostlarımla birarada bulunmaya gayret ederim. Günün belli saatlerinde, haftanın belli bir kaç günü Cihangir Kahvesi’ne giderim, orası benim çocukluğumdan gelen bir yerlere dokunuyor. Biraz kendimce kitap okurum, yazmaya çalışıyorum ama bu aralar güncel süreçler konsantrasyonumu engellediğinden yazamıyorum. Severim ama yazmayı… “yazsam” derim.

Arkadaşlarımla yemek yemek, kahvaltı yapmak, birilerine yararlı olmak yaşamıma dahil eylemler. Bir yerlere gidip yüzmek isterim, yüzme duygusu içimdedir. Bilardo oynamayı severim. Masa tenisi oynarım. Mesela “Tiyatro Temel Eğitimi”ne gelen öğrencilerle “gençler ve yaşlılar” müsabakası yapıyoruz. Basketbol oynamayı severim, yalnız da olsam gider tek başıma potaya atış yaparım. Zaman oldukça denize bakmak, denizi seyretmek için deniz kenarına gidiyorum.

Ti Performans’taki masa tenisi müsabakaları nasıl gidiyor?

İlk başta biz yeniyorduk, tecrübe kazanıyordu ama son müsabakada fena yenildik, yorulunca serildik galiba. Onlar kazanıyor artık.

İstanbul’da, olmak istediğin yerde, yapmak istediğin birşey yapıyorsun… Nerede, ne yapıyorsun?

Sanırım ara sıra tiyatronun ofis ilişkilerinden kendimi kurtarmak isterdim. Güçlü bir ofis düzenine geçmek isterdim. Tiyatro üretimini yine desteklemek isterdim. Ders vermeyi çok seviyorum, öğretmek başka birşey. Öğrencilerle birşeyler paylaşmak çok keyifli. Öğretmenin tadını çıkarmayı seviyorum. Kendime ait bir sinema projesine başlardım. Bahçesi olan, toprağa değdiğim bir evim olmasını isterdim. İstanbul çok zengin bir şehir. İstanbul’un festivalleri var, zorluğuna rağmen bu şehirde yaşamak eskiye oranla daha renkli. Hayat kalitesini bozan mesai ve meşguliyetleri hayatımdan çıkarıp bu faaliyetlere daha fazla zaman ayırmak isterdim. Dostlarımla Nevizade’de bir yemek artar bunların dışında. Hiçbir karşılık almadan üretimimi varoştaki çocuklarla paylaşmak isterdim.

Yine içinde tiyatro var yani?

Yüzde yüz var.

Gitmek istediğin yerler?

Ege’ye gitmeyi isterdim, çok severim Ege’yi. Karadeniz’i gezebilmeyi isterim.

Takım tutuyor musun?

Tutarım, sıkı bir Galatasaray’lıyım.

Beşiktaş ilçesiyle yakınlığın var mı? Uğrar mısın? Ne sıklıkta uğrarsın, neler yaparsın?

Beşiktaş’ın bende önemli bir yeri var, bunun dışında Beşiktaş’ın Beşiktaş olmaktan kaynaklanan bir önemi var. Önemli bir tarihi yapı, önemli bir merkez. Konservatuvarım oradaydı, 4 yıl orada yaşadım. Beşiktaş’ta bizim için önemi büyük olan Tat Lokantası vardı, hatta arkadaşlarımız üzerine şarkı yapardı, kürt börekçimiz vardı, berberim oradaydı. Bende duygusal bir tarafı var Beşiktaş’ın. Tiyatral olarak da önemli işler yapılıyor. Beşiktaş Kültür Merkezi var, o bir çekim alanı oluşturdu.

Beşiktaş’ta olmasını ve olmamasını istediğin şeyler ? Beşiktaş olması gerektiği gibi mi? Nelere ihtiyacı var?

Uluslararası bir festivali olmasını isterdim, yakışır. Büyükçekmece ilçesi yapıyor, Beşiktaş da yapabilir, biz de Ti Performans ve Tiyatro Ti olarak elimizden geleni yaparız bu konuda.

Beşiktaş ilçesinden entellektüel bir örgütlenme beklerim. Edebiyatçılar, sanatın diğer kollarından bir sürü arkadaşımızın yaşadığı bir ilçe olduğunu düşünüyorum. Bir yerde tarih varsa, sanat ve sanatçı da vardır. Böyle bir örgütlenme bekliyorum, gizli güçler ortaya çıkarılabilir. Son zamanlarda dikkatimi çeken bir şey hatırlıyorum. 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda meydanda şöyle bir pankart vardı: “Çarşı Herşeye Karşı, 1 Mayıs Hariç” gibi bir cümleydi. Bu da Türkiye’de ilk kez bir spor kulübünün, popülist bir alanın hayatla buluşması idi. Beşiktaşlı olan arkadaşlarım vardır, siyasi duruşu nedeniyle Beşiktaş’ı seçmiş insanlar var..

Bir de Beşiktaş – Gatalasaray kardeşliği var değil mi?

Olmaz mı? Ben çok sıkı Galatasaraylıyım. Beşiktaş, Galatasaray takımına Fenerbahçe’ye oranla daha yakın bir takım oldu sanırım. Ama bunlar çok birincil şeyler değil benim için. Yani bir yandan sıkı bir taraftarım bir yandan da gayrıciddiyim bu konuda.

Seyahat etmeyi sever misin? Nerelere gitmeyi tercih edersin?

Çok severim, özellikle arabamla seyahat etmeyi severim. Gittiğim yerlerde uzun kalmayı sevmiyorum. Otel, motel görüntüsünden uzak yerlerde, çizilmiş şehir görüntüsünden uzak yerlerde kalmayı severim.

Dalyan’ı çok severim. Köyceğiz, Seferihisar, Sığacık gibi daha ham yerleri severim. Sığacık’taki balıkçı arkadaşım Çakoz Mehmet Ali’nin teknesinde balıkçılık yaptım, yıllardır giderim, tatillerimin çoğunu öyle geçirdim. Urla’ya bağlı tiyatrosuyla ünlü Bademler Köyü’ne gider kalırım, orada zamanla dostluklarım oluştu. Kültürel yerleri olan, kendimi rahat hissedebileceğim, İstanbul’daki karmaşayı çağrıştıracak efektlerin beni yakalamadığı, kendi doğasında dinlendiren, geçmişimizdeki özlediğimiz hayatları çağrıştıran yerlere gitmek isterim. Hayatın içine karışmak isterim, köylüyle tanışmak isterim, onun hayatındaki sohbetleri yapmak isterim, onun ekmeği neyse ondan yemek isterim, bunlar benim tatil anlayışımın kendisi.

Uzun yıllar Çakoz Mehmet Ali benim neden böyle yaptığımı anlayamadı. Balık tutmaya gidiyoruz ama, gittiğimiz koylarda sivrisinekler, arılar, daha farklı ne ararsan var, balık da orada, mecburen oraya gidiyoruz, arılar sokuyor bizi v.s. Ama çok başka bir algı yaratıyor, çok başka bir ilişki bu saydığım. Bunlar bana güzel geliyor.

Gitmek ve görmek istediğin yerler var mı?

Aslında ülkenin çok yerini gezdim ama senin sorduğun soru daha farklı bir gitme ve görme biçimi sanırım. Görmek istediğim yerler var, bizde çalışan bir arkaaşımız var, geçen gün bir yer gösterdi, Kabak Koyu. Hoşuma gitti, oraya gitmek istiyorum, Doğu Karadeniz’i görmek isterim, yıllar önce gittiğimde Kaş’ı çok beğenmiştim ama yazın çok sıcak oluyor.

Yurtdışında Prag’a gitmek isterim, orada renkli bir oluşum var. İngiltere’ye hiç gitmek istemem, orada dokuz ayımı geçirdim. Latin Amerika’ya gidebilsem iyi olurdu diye düşünüyorum.

Umarım Prag’a gider ve Hanuş Usta’nın yaptığı astronomik saat kulesini görür, hikayesini dinlersin, içinde farklı bir yere dokunacağını düşünüyorum. Çok teşekkürler bu samimi ve duru sohbet için…

Dikkati Çekenler

14 Yorum

  1. Sayın Pişkin’in mütevazı, dik ve canayakın duruşu çok güzel. Sanat için söyledikleri çok şey anlatıyor. Ben bu toplumda sanatsızlığın insanların canını yaktığını ve kendilerini tanımaktan uzak bir noktaya düştüklerini düşünüyorum. Umarım bu yararlı röportajların arkası gelir. Yine elinize sağlık.

  2. birlik beraberlik duygusu güzel lakin sanatçılar bunu birlik olmak için değil daha çok toplumun diğer katmanlarından ayrılmak ve bir getto kurmak için yapıyorlar.bu bi gerçek. hakan pişkini tanımıyordum, sayenizde tanıdım çok da mutlu oldum tanıdığıma. komşu ilçe benzetmeside hoş olmuş.

  3. Türkiye’de sinema ve tiyatro yapmak çok zor iş. İnsani yaşam koşullarınızı bile etkiliyor ve beş parasız geziyorsunuz. Sanatçılar en iyi bakmamız gereken insanlar ama biz bunu yapmıyoruz maalesef.

  4. Sanat ve sanatçı üzerine son zamanlarda okuduğum en en en güzel yazı. umarım. Sorular da cevaplar da çok vurucu. Ne diyim, elinize ve dilinize sağlık sayın soru sorucu ve cevap verici.

  5. biraz uzun olmuş dört beş yazı çıkarmış bu yazıdan sanat kadar maaşlarda önemli bu memklekette insana saygı duyulan ülke topraklarının bütünlüğünün korunduğu bir dünyada yaşamak istiyoruz

  6. sanat ve sanatçının önemini keşke uluönder kadar görebilseydik. sanatçı arızalı bir insandır enerjisi ve duygusu farklıdır, topluma sanatçıyı iyi anlatmak ve değerli kılmak gerekir. sanatçı çoğu zaman at başı ara bırakır toplumla arasında.

  7. Röportajın ilki de çok güzel ve doyurucuydu, devamı da yine bu nitelikte olmuş. Sn. Pişkin’in sözleri bana Atatürk’ün şu cümlesini hatırlattı.

    “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.”

  8. cihangir kahvesine fön ve badana gibi makyaj yapıp giden kızlarımız birkaç sebepten dolayı gidiyor. birincisi acaba çapkın bakışlar fırlatırsam iyi bi oyuncunun sevgilisi olur muyum, bana pas verir mi? ikincisi cihangir yabancıların yoğun yaşadığı bölge olduğu için bi yabancı sevgili edinip ab vatandaşı olur muyum? bu iki neden çok yoğun. Yoksa onlar salaş cihangir kahvesine gitmez, zaten orda avlanamadıkları günün akşamında reina’da avlanıyolar.

  9. ti performansa yada tiyatroti’ye çalışanlardan çok patronların gönderilmesi gerekir. Ahlaksız, çalışanın hakkını vermeyen kendi 100 kazanırken çalışana 1 bile vermeyen devamlı ağlayan ama lüks hayatlar içinde yaşayan patronlar için kursa göndermek lazım.

  10. Selam Seçil’cim. Bu sıcak gününde Kabataş’ta bir kafede bir bardak buzlu kahve ile yazılarını okuyorum. Gülen gözlerin kadar güzel yazılar olmuş. Bazısı çok sevimli bazısı şairane olmuş. Eline sağlık.. Devamı var mı bu serinin? Selamlar, Cem

  11. cihangir ve galata tarafında kiralar gereksiz arttı bence ordan kimse ev tutmasın. foça ve dikili benim gözde yerlerimdir denizi de hala güzeldir kirlenmediği için.

  12. beşiktaş sosyete semti bence orayı pahalılıktan kurtarmak lazım, hakan pişkin bunu söylemeyi unutmuş 1 saat park parası etilerde 10 tl boğazda 20 tl. tabi beşiktaş belediyesi uyuyor ya da bir kısmını kendi cebine indiriyor. park parası için 20 tl çok.

  13. Seçilciğim yazı yazdığını geç öğrenenlerdenim. İsmimi burada görünce şaşıracaksın ama olsun kendimi hatırlatayım istedim. Münih ve Berlin’deki geceler yeni bira yarışmaları için seni bekliyor 🙂 Öptüm yanaklarından 🙂

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu