C’est Pas Moi, Je Le Jure (Vallahi Ben Değilim)… Leon Dore’nin Hikayesi
Sevgi Egeli'nin Leon Dore’nin hikayesini anlattığı makalesini sizlerle paylaşmaktan mutluluk duymaktayız.
Léon Doré’nin hikayesi…
If Bağımsız Filmler Festivali kapsamında gösterilen, bir çocuğun dünyayı normallikler ve anormallikler üzerinden algılayışı üzerine harika bir film.
Léon’la ilk karşılaşmamızda bir ağaçtan sarkan ayaklarını görüyoruz önce. Kendisini asmış…
Ona sorarsanız, “ölümcül kaza”larından yalnızca biri bu. Onu kurtarmak için evden koşarak gelen ise, tek isteği
normal bir aileye sahip olmak olan ağabeyi Jerome. Léon henüz 10 yaşında, bir sürü problemi ve gereğinden fazla üretken bir hayal gücü var.
Ona, “Yalan söylemek kötüdür, ama beceriksizce yalan söylemek daha kötüdür.” diyen annesi 68 yazında yeni bir hayata başlamak için Yunanistan’a gittiğinde, Léon’un babası ve ağabeyi bu ihanete çok sinirlenirler. Oysa Léon annesinin, onu anlayan tek insanın, geri dönmeyeceğine bir türlü inanamaz.
Léon’dan değil ama yaşadığı hayattan çok bunalmıştır annesi, yeni bir hayata başlama arzusuyla iki oğlunu geride bırakıp gittiğinde Léon’un içinden de bir şeyler kopar. Artık onu durdurabilecek tek kişi de gidince herkesin ve her şeyin ağzına sıçmasında bir sakınca yok ona göre.
Léon’un tüm o vandalizminde, bir şeyler kırıp döktüğü her sahnede hayatındaki en önemli kadını kaybetmenin nasıl bir duygu olduğu seyirciye hissettirilince karakter Dennis gibi bir “fırlama”lıktan çıkıp şiddetinin, hırsının, nefretinin, öfkesinin nedenleri olan çok boyutlu bir velete dönüşüyor. Hayatındaki kadın imgesi boşluğunu mahalleden (banliyö-mahalle?) arkadaşı Lea’yla doldurmaya çalışıyor o da.
Lea da tıpkı Léon gibi. Babası terk edip gitmiş, kimsesi yok arkadaş namına. O, annesi gittiği sırada Léon için bir dayanak olurken Léon da onun için tutunabileceği bir dal oluyor belki de.
Birlikte karar verip plan yapıyorlar: komşularının evlerine girip para çalacaklar ve Lea’nın seyahat acentasında çalışan abisi sayesinde kaçıp Léon’un annesini bulmaya Yunanistan’a gideceklerdir.
Ancak ne yazık ki 68 yazı bitip yapraklar solmaya başladığında onların da ilişkisi sarı yapraklar gibi yerlere saçılıyor. Annesinin gidişine bir de kalp ağrısı eklenince insan ister istemez onca esprili dakikanın ardından sanki kendi çocukluğuna ait bir naiflik, farklı bir hüzün yakalıyor Léon’da. Bir çocukta bu denli karakter gelişimi ve derinliği yakalamayı başarabilmek.
Annesi gittiğine göre, artık Léon’u durdurabilecek hiçbir şey yoktur; yalancılık, hırsızlık, her şey meşrudur. İlk iş olarak, sinir bozucu derecede ideal bir aile olan komşularının evini yerle bir eder… Bütün yaptıklarına rağmen Léon, büyümenin acısını dindirmeye çalışan bir çocuktur aslında. Ruhani çöküşünü kendi ağzından dinleyince, bu aşırı hassas çocuğu anlamak çok da zor değil aslında. Harika oyunculuklarıyla, absürdlük ve kaosla dolu sahneleriyle Vallahi Ben Yapmadım, yüksek dozda komedi barındırıyor; tabii yürek burkan anları hariç.
Bruno Hébert’in C’est Pas Moi, Je Le Jure! ve Alice Court avec René adlı kitaplarından uyarlama 2008 yapımı Kanada menşeli film. 68 yazında ebeveynlerinin yıkılmakta olan evliliklerine paralel yıkıcılığı artan dolaplar çeviren Léon’un hikayesi. Filmde renkler, müzikler, Léon karakterini canlandıran küçüğün oyunculuğu çok başarılı. Berlin’den iki de Altın Ayı kapmış.
Çocukluk hezeyanları, yalanları, haylazlıkları, yaz aşklarına dair esprili, eğlenceli olduğu kadar bence her bir karesine derin bir hüzün işlenmiş çok başarılı bir iş “Vallahi Ben Yapmadım”. Filmin yönetmeni Philippe Falardeau ve filmin uyarlandığı aynı isimli kitabın yazarı Bruno Hébert, Léon’dan film boyunca bolca gördüğümüz orta parmağı, sanki çocukça heyecanlarını epey gerilerde bırakmış ve umut etmekten vazgeçeli çok olmuş bizler için çıkarıyor bir kez de. “Şu çocuk kadar cesaretiniz yok” der gibi…
Seyirciye dokunan bölümlerden biri de annesi Yunanistan’a gidip Léon’u terkettikten sonra, Léon’un o ana kadar sürekli terslediği kıza karşı ilgi duymaya başlamasıydı.
Bir şekilde hayatında bir ‘dişi’nin olmasını isteyen Léon’un, tutunduğu bu yaprak parçası da kopmasın diye çırpınışlarını izlemek acıtıcıydı. Bir çocuğun başından sonuna kadar neredeyse tek başına ustaca götürdüğü, son zamanlarda seyrettiğim en iyi film.
Eğer bir yalan söylüyorsanız yalanınız tutarlı olmalı. Yalan söylemek kötüdür, kötü yalan söylemek ise berbattır. Annesinden hayata dair öğrendiği önemli bir bilgidir ve işine epey yarayacaktır.
Filmin başından beri Lea’nın baş belası olduğunu düşünen Léon’un geldiği nokta Lea’ya bir düzine Barbie bebek almaktır. Böylece Lea artık Barbie’ler için ağlamayacaktır..
Léon’un hikayesine inanmayan bowling salonu sahibi “hikayelerin çok saçma” dediğinde ise Léon’un “Annem yalanların tutarlı olması gerektiğini söylerdi. Bir kereye mahsus yalan söylemiyorum. Lea mutsuz, amcası dövüyor ve Barbie’leri düşlüyor. Eğer saçmaysa bu benim suçum değil” dediğinde kocaman bir yüreğe dokunduğunuzu hissedeceksiniz.
Bazen her yanına yapaylık sinen Hollywood filmlerine tüm samimiyetiyle Kanada’dan cevap niteliğinde bir film olmuş “Vallahi Ben Yapmadım”.
Annesinin bir gün döneceğine inanan ve sonuna kadar da bu inancından vazgeçmeyen Léon rolünde Antoine L’Ecuyer, bir çocuk oyuncunun yapabileceğinden çok daha fazlasını veriyor. Hani farkında olduğunu bilsem sadece kendi içinoynamıyor tüm filmi kurtarmak için oynuyor diyeceğim. Yaptığı tüm deliliklere rağmen seyirciye kendini çok sevdiren bir karakter çıkarıyor.
Bu senaryonun sağlamlığından, repliklerin çok iyi olmasından da öte, sunumla alakalı bir durum. Rahat koltuğunuzdan alıp götürüyor sizi ve çok acayip bir yerde bırakıveriyor.
Elindeki barbielerin bulunduğu çantayla okul bahçesinde beklerken Lea’yı gördü… Barbieleri asfalta döktüğünde Lea’ya dönüp “normal çocuklar gibi oynamasını öğrenebiliriz” dedi… Lea’nın cevabı iç açıcı değildi ama Léon’u Léon olmaktan vazgeçirmedi. Son bir barbieyi alabildi hücum eden çocuklardan. Ve otobüsteki Lea’ya son selamını verircesine havaya kaldırdı elindeki Barbie’yi..
Şık kahverengi gömleği ve hardal sarısı pantolonuyla, duruşu çocuktan çok asi bir yetişkine benzeyen Léon’un Lea’yı son görüşüydü. Unutması gerekiyordu, öyle yaptı..
Piyanoda Schubert çalarak başladı unutmaya. Hepimiz içimizdeki çocuğu yaşatmaya çalışırken, o bütün bu kaygılardan arınmış, canının olmak istediği adam gibi davrandı, öyle düşündü..
“Biraz beklemeye karar verdim… Hayatım boyunca biraz… Lea ve ben bir hataydık… Doğru yer, yanlış zaman… O benim binlerce yıllık aşk stoğumu tüketti… Bütün o aşk, Bikini Adası üstündeki o atom bombası bulutu beni buraya getirdi… Yeniden beni buraya getirdi.. Bowling Pistlerine…”
Küçük Léon tüm bu nedenlerden dolayı Yunan filozofunun söylediklerini hatırlar: “Sıradışı durumlar için sıradışı çözümler”. Leon tarafında proje, çözüm ve cevap üretmek zor değildi.
Filmin başından bu yana bowling pistinde gördüğümüz Elvis görünümlü bowling tutkunu abinin son günlerde epey gelişen atışlarından birine hedef olmayı seçer Küçük Léon ve tünelin sonundaki ışığı görür.
Elvis’in ilk atışından kalan tek labutun arkasına yerleştirir filmin başından beri kurtulmak istediği başını.
Kuru yapraklar arasında annesini “biraz” bekleyeceğini söylerken bütün başarısız intihar girişimlerinden sonra anladığı şey: “Life wasn’t made for me but I guess I was made for life” ya da “Yaşamak bana uygun değil galiba ama ben yaşamaya uygunum.”
Sonuçta, her zaman olduğu gibi sonbahar geldi, yapraklar döküldü. Léon, dökülüp kurumuş yapraklar arasında kaybolurken hayalinde annesine fısıldadı:
“I Love You Mum…”
Sevgi Egeli
bizde böyle film yapılsa sorusunun cevabını okuyuculardan bekliyorum. İlginç cevaplar çıkabilir, bu da bizim sinema olarak nerede olduğumuzu gösterir.
bizde böyle film yapılsa, kız çocuğuysa tecavüze uğrayıp pavyona düşer; erkek çocuğuysa cinayet işleyip ıslahevine, sonra cezaevi derken hayatın bütün sillesini yemiş bir insan olarak acımasız mafya patronu olur.
annesi de yunanistan’a gitmez onun yerine geneleve düşer
merhaba yazınızı okudum diğerlerini de okumayı düşünüorum.
seçil hanımmmmm ne güzel yazılar yazmışsınız. Kurs bitince artık hiç görüşemiyoruz, biz de çok özlediiiikkkkk
ben bu gazeteye Sn. İsmail Ünal’ın ödül vermesini bekliorum çünkü site tanıtımını çok iyi yapıyor. Siz ve diğer yazarları da tebrik eiyorum, hepiniz çok değerlisiniz, çok az sitede böyle bir ruh var.
türk filmi olsaydı, leon lea’ya aşık olurdu. sonra da filmin sonunda lea’nın babasının metresinden olma kız kardeşi olduğunu öğrenirdi.
Pek sevgili Seçil’cim, bu filmi senin tavsiyenle izlemiştim, üzerine bu yazıyı okuyunca bundan böyle film seçimini sana bırakmaya karar verdim. çok hoş bir yazı olmuş, izlemeyenlere yazıyı okuduktan sonra filmi izlemelerini tavsiye ederim.
merhaba, ben de hem gazete hem yazılarınızı yeni okudum, google da bişeyler ararken rastladım. epey okuyucusu olunca merak ettim. isminizi bi yerden hatırlar gibiyim ama nereden bilmiyorum. güzel olmuş yazılarınız kaleminize sağlık.
Seçil’cimmm, vadideki balkon akşamlarını çokkk özledikkk, seni daha fazla. Yoğunsun biliyorum ama biraz bizi de gör arkadaşım.
naber yol arkadaşım? hafta sonu roma macerasını gelecek yıl bi daha yapalım mı? sen şiir gibi onları da anlatırsın.
bunlar etrafı kırıp döküyor ya, zarar veriyolar falan; türk filmi olsaydı o durumda, karakola düştüklerinde onlara şefkat gösteren bi de hulusi kentmen ya da türevi bi komiser olurdu.
ha ha bayağı komik olmuş yorumlar. ne çok okuyanınız varmış seçil hanım?
türk filmi olsaydı murat 124 çarptıktan sonra kör olma hikayesini de unutmayalım o zaman.
beşiktaş’ta böyle bir gazete çıktığını bilmiyordum, yazılarınızı ben de beğenerek okuyorum biraz da kitaplar üzerine konuşsak????
annesi çakıltaşı gönderiyordu leona yunanistandan
çocuğuyla birlikte komşunun damına yumurta atan anne figürü sahalarda görmek istediğimiz türdendir.
sizi çengelköyd yaşamaya razı edemedik, halbuki ne çok yakışırsınız semtimize…