Bir Garip Baloncu
“Ben hürriyetimi çok severim. Bunu naçiz sükutunda bulurum. Resim yaparken, ibadet eder gibi sükuneti beynimin tepesinde, saçlarımın dibinde hissedemezsem, o zaman bilirim ki bir yanlış işle meşgulüm veya işgal edilmişimdir.
Bu yanlış meşguliyetten kurtulmak için gider, evvela üç beş kadeh rakı içerim. Eğer bu yanlış meşguliyet daha sürerse, fitil gibi olur, çatacak, kavga edecek adam ararım”
Fikret Mualla
[adrotate group=”69″]
Yakın arkadaşları ve onu tanıyanların deyişiyle delinin biriydi, yaşamı boyunca aksi gibi davranmaya da çalışmadı. Başkalarını onu nasıl gördüğüyle ilgilenmediği gibi; kendisi de durup ara sıra da olsa aynaya bakmadı. Ona bir hayat sunulmuştu ve o hayatı olduğu gibi eğip bükmeden, değiştirmeye çalışmadan, sormadan, sorgulamadan yaşadı. Ya gerçekten bir deliydi ya da hayatı bizim gibi algılamıyordu.
En sevdiği arkadaşı içki şişesi ve fırçasıydı. Bazen biri bazen diğeri daha kıymetli oluyordu. Ama görünen o ki; fırçasını daha çok bir şişe daha şarap alabilmek için oynatıyordu. Yalnızlığının, kimsesizliğinin örtüsüydü içkisi ve fırçası, hayattaki tek tutanağıydı ama, onlara bile sımsıkı sarılmamıştı. Öylesine, her an bırakacakmış gibi parmaklarının ucunda… Hayatı da böyle bir çizgide yaşıyordu, her an düşecek gibi, istediği zaman çekip gidecek gibi… Hayatı boyunca iz bırakma kaygısı taşımadı, lakin hem hayatının büyük bölümünün geçtiği Paris’te hem de doğup büyüdüğü İstanbul’da pek çok iz bırakacaktı.
Yaşamı resimleri kadar renkli değildi… Yaşadıklarını mı çizdi, çizdiklerini mi yaşadı? Yoksa her an düşecek gibi çizgide mi yaşadı?
Fikret Mualla’nın yanlışlarla, çelişkilerle dolu hayatı 1903 yılında, Moda’da bir konakta başladı. Duyun-u Umumiye Memuru Mahmut Ekrem Bey ve annesi bir kız çocuk beklerken bir erkek evlat sahibi olunca, ismini hem kız hem de erkek çocuklarına verilen Fikret Mualla koydular…. Mualla’yı bir kız çocuğu gibi yetiştirdi annesi. Hem yetiştirilme tarzı hem de ismi Mualla’nın kadınlarla olan ilişkisini de etkiledi.
Futbol aşığıydı, futbolcu olmak istiyordu. Saint Joseph Lisesi’nde okurken biraz Fenerbahçe’de oynayan dayısının daetkisiyle futbolcu olmak istedi, ancak Fenerbahçe kayalıklarında geçirdiği kaza sonucu geçirdiği ayağı ismi gibi talihsiz bir yazgı olarak kaldı. İlerleyen yıllarda topallayan sadece ayağı değil, hayatı da oldu.
Kendini resme verdi, resim öğretmenliği yaptı… İlk akıl hastanesine düşüşü de resmi yüzünden oldu. Beyoğlu’nun arka sokaklarında kafayı çekerken gördüğü Atatürk resmine “bu ne biçim resim” diye söylenmeye başladı. Kısa süre sonra kendini önce Atatürk’e hakaretten karakolda sonra da akıl hastanesinde buldu. Akıl hastanesi deneyimini oda arkadaşı Neyzen Tevfik’in ve diğer arkadaşlarının resmini yaparak atlamaya çalıştı.. Yakın arkadaşlarından Fikret Adil’e yazdığı mektupta yalvarıyordu kabilinden adeta:
“Tam 9 aydır bir sürü serseri ve hergele içinde bulunuyorum.
Bir kere bile beni sorup aramaya gelmediniz.
Boşuna yatıyorum. Sıhhatçe demir gibiyim.
Beni kurtar kabilse…”
Kısa süre sonra yerleştiği Paris’te de birçok kez akıl hastanesine yatacaktı, Fikret Mualla Paris’e giderken ardında hiçbir şey bırakmamıştı. Okuldan kaptığı gribi annesine bulaştırdı ve annesini kaybetti. Annesinin ölümünün ardından bir başka kadınla evlenen babası da çoktan hayata gözlerini yumdu. Ardında bıraktığı tek kardeşinin uçak kazasında öldüğü haberini Paris’in 14. Bölgesinde bulunan yaşadığı evde L’impasse de Rouet’de aldı. Babasından kalan mirası kısa süre içinde bitirdikten sonra kendini tekrar resme verdi, zira resimden başka yapmayı bildiği bir iş yoktu. Resmi de artık çoğu zaman zevk için değil karnını doyurmak için daha doğrusu içki parası için yapıyordu. Daha iyi bir hayat umarken içki, akıl hastaneleri ve karakollar arasında geçecek bir hayatın temelleri çoktan atılmıştı.
Hıfzı Topuz o günlere gidip kendi gözünden Fikret Mualla’yla ilk karşılaşmasını şöyle anlatır: “Sene 1952 idi. Paris’e ilk geldiğimde ressam Avni Arbaş’ı buldum. Fikret Mualla ile tanışmak istediğimi söylediğimde “valla o pek kimseyle konuşmaz, hele gazetecilerden ürker, seni terslerse şaşırma, alınma”. Telefon olmadığı için verilen adrese direkt gittim. Yukarı çıktım, küçücük bir odada eski bir hırka, pejmürde kılıklı bir adam kapıyı açtı. Hırkanın önünü bir çengelli iğne ile kapatmış. Odaya ilk girdiğimde yatak gözüme çarptı, yatağın üzeri karmakarışık, başka bir köşede masa, masanın üzerinde bir iki elma, o elmaları çizdiği bir tuval, odanın bir ucundan diğer ucuna gerilmiş bir ip, ipin üzerinde yıkanmış çamaşırlar asılıydı”.
Fikret Mualla’nın bir içki parasına resimlerini sattığını ise şöyle anlatır Topuz: “Odaya beni davet ettikten sonra “benden bir resim alın” dedi. Paris’te öğrenci olduğumu, resim alacak kadar param olmadığını söylediğimde “cebinizde kaç para var?” diye sordu. 10 Frank olduğunu söyleyince “ziyan yok, ne kadar varsa verin” dedi. Benim için bir resim seçti eskilerden. Bu kadar düşük bir ücrete bir eskiz beklediğimi, böyle bir resmin çok değerli olduğunu söylediğimde “bu uygun, gayet iyi” diye cevaplayarak resmi bana verdi. “Sohbete aşağıda devam edelim, burada size ikram edebilecek bir şey yok” diyerek aşağıdaki kafeye davet etti. Kafeye gittiğimizde iki şarap söyledi, bir de Gitane sigarası aldı, 10 frangın hepsini orada harcadı. O gün bir fotoğrafını çektim, Fikret Mualla’nın yaşadığı bina, oda ve sokak hiçbir değişikliğe uğramadan bugün de aynı şekliyle o ruhu taşır”.
Paris’te değil 50 yılın öncesini yüzlerce yıl öncesinin izini sürmek kolay.. Sokak ve apartman isimleri değişmeden korunur. Paris bütün Avrupa şehirlerinden farklıdır. En büyük farkı da güzellikleri içine sindirmiş olması. Bu yüzden de “ben buradayım” diye bağırmıyor, sesini yükseltmiyor şehir, ama her şeyiyle kendini hissettiriyor şehir, yaşamaya gelen herkesi sessizce kucaklıyor, bırakmıyor. Dünya sanatına damgasını vuran pek çok sanatçıya yaptığı gibi…
Paris’te, özellikle Saint Germain Des Pres’de Cafe de Flore gibi, paralı sanatçıların gittiği üç beş kafeyi bilenlerimiz Fikret Mualla’nın da buralara gittiğini ve Türk ve dünya sanatçılarının buluşup sanat konuştuğu ortamlara katıldığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Fikret Mualla’nın ne buralara gidecek parası ne de nüfuzu vardı. O, kafelere ısınmak bir de parasız kaldığı zamanlarda resimlerini beş – on franga satmak için uğrardı, alan olmazsa bir şişe şarap karşılığı garsonlara verirdi.
Paris’te sanat çevrelerine kabul edilmek de hayata tutunmak da kolay değildi. Fırçasını koltuğunun altına alan Fikret Mualla da resimlerini Rue De Seine sokağında ya da Rue de Buci’de satıyordu. Paris’in sokakları Fikret Mualla’nın resimlerini sadece sattığı değil, yaptığı yerlerdi de..
Fikret Mualla o günlerde yazdığı mektuplardan birinde şöyle anlattı o günleri: “Ne isterlerse onu yapıyorum. Geçen gün, bir tanıdık iki natürmort ile bir peyzaj sipariş etti, şimdi onları hazırlıyorum. Mutlaka figüratif veya mutlaka somut yapacağım diye bir endişem yok. Ne isterlerse onu yapıyorum, bütün akımların dışındayım. Boynunu eğ diyorlar. Eğmiyorum, yağma yok. Ne ileri gidiyorum ne geri, orta yerde kalıverdim…”
Fikret Mualla’nın resimlerinde pazarlar çok yer alır, özellikle Paris’in en büyük ve en ucuz pazarı olan Bastille pazarında yapılmış çok sayıda eseri vardır. Resimlerinde en çok yer verdiği unsurlardan biri de insanlardı, uğradığı yerlerden biri de Les Jardens de Luxembourg idi, özellikle insanların çok olduğu Pazar günleri giderdi bu parka. Burada yaptığı resimleri hemen aynı gün insanlara 5 franga, bugünkü değeriyle 1 Avro’nun altında bir fiyata satardı. Renkleri coşkuyla kullanırdı, canlıydı resimleri, aslında pek renkli bir hayatı yoktu.
İstanbul’da yanlış anlaşılma sonucu ilk akıl hastanesine yatırılması esnasında edindiği polis fobisi Paris’te de devam etti. Kafasının iyi olduğu bir zamanda bir Fransız polisine saldırınca soluğu yine akıl hastanesinde aldı. Yatırıldığı Saint Anne Hastanesi ileriki yıllarda ikinci evi gibi olacak ve her seferinde onu buradan Abidin Dino kurtaracaktı. Akıl hastanesinde günleri acı içinde geçti. Fırçaları yanında yoktu, yapabildiği tek şey bulduğu her kağıda karakalem resimler çizmek oldu.
1939 yılında geldiği Paris’te yıl 1959 olmuştu. Fikret Mualla’nın yaşam biçimi sanat çevrelerinde pek de iyi karşılanmıyordu, yirmi yıldır tek bir sergi dahi açamamıştı. Birkaç kez açacak olmuş lakin tablo simsarları tarafından açılan sergilerinde, simsarlar, satılan tablo paralarını alıp sırra kadem basmışlardı. Eli fırçaya gitmiyordu, küsmüştü tuvale ve palete, dostu içkiye sığındı yine. Akıl hastanesinden çıktığı günlerden birinde, çalışmalarına gizli bir hayranlık duyan Profesör France Bertin, Fikret Mualla’nın sergisini açmaya karar verdi. Madame Bertin’in bir isteği vardı: Serginin açılışında Fikret Mualla orada olmayacaktı. France Bertin’in dışında kendisini keşfedenlere bozuktu.
Uzaktan akrabası, eski aşkı Semiha Berksoy’a yazdığı bir mektupta durumu şöyle anlatıyordu: “Tablo tüccarlarının hepsi yahudi, bunlar kasıp kavuruyor. Bir hesap bir kitap üstüne bir de beni borçlu çıkartıyorlar. Heriflerde sıkılma falan gibi bir şey nanay, haysiyetime dokunuyor. Kuvvetim de yok bunlara karşı herhangi bir şey yapmaya, astıkları astık, kestikleri kestik. Yumurtlayıp duruyorum”.
O artık Fikret Mualla Saygı değil, Paris’teki sanat çevrelerinde az da olsa tanınan Fikret Moualla idi. Fikret Mualla mektup almayı çok severdi. Paris’te çok arkadaşı yoktu Tanıdıkları mektup yazarsa çok sevinirdi. Hatta Paris dışına çıktığında gittiği yerden kendisine mektuplar yazardı. Paris’teki La Monceau oteline geldiğinde, kendisine yazdığı kartları, mektupları bulduğunda dünyanın en mutlu insanı olurdu. Sevdiklerine de sıkı sıkı mektup ve kart yazmalarını tembih ederdi.
Onun Paris günlerinin tanıklarından birisi olan meslektaşı Bedri Rahmi Eyüboğlu Fikret Mualla’nın yaşam yaklaşımını şöyle özetliyor:
“Bir ressam tasarlayın ki, aklına estiği zaman resim yapmaktan başka hiç bir şeyden sorumlu değil. Haftada üç gün aç susuz dolaşmayı göze almış: Kırlarda böğürtlen toplarcasına sokaktan izmarit toplayıp içiyor. Eşin dostun yardımıyla birkaç resim satabilirse, ilk işi en sert içkilerle kafayı çekmek, en pahalı yiyeceklerle karnını doyurmak ve en sunturlu küfürlerle etrafındakileri kasıp kavurmak oluyor.”
Paris sokaklarındaki o oradan oraya koşuştururken şık burjuvaları, balon satın alan veya top oynayan çocukları, köpeklerini gezdiren şık kadınları resmeden kişi, aynı sokaklarda aç dolaşarak sigara izmariti kovalayan kişidir aynı zamanda… Mualla’nın eline her fırsat geçtiğinde – en azından yemek ve içmek açısından – resmettiği tüm o kişilerden daha hızlı ve fazla kendisine ikramda bulunduğunu bildiğimizden, bu Paris sokaklarında resmettiği burjuvaların yaşamına yabancı ve uzak olmadığı söylenebilir, ancak yaşamının şanssızlıklarının getirdiği mutsuzlukları alkol ile aşma niyeti onun düzenli bir yaşam sürmesini olanaksız kılmıştır.
Yine Bedri Rahmi, Fikret Mualla’nın resimlerinde ve resim yapma disiplinindeki, yaşamının diğer alanlarında olmayan bir düzeni onun Paris yıllarında gözlemlemiştir:
“Onun sinirlerinin ne halde olduğunu bilenler, iyi bir ressam olduğuna inananlar, her babayiğidin sineye çekemeyeceği birçok sözlerini hallerini duymazdan, görmezden gelirler. Bir parça resim sevgisi olup da Paris’e kadar uzanan bütün hemşeriler ondan birkaç desen suluboya almışlardır. Fikret Mualla’nın odasında, bir çekirge sürüsü gibi her yanı kaplayan sefalet bulutundan tek bir şey kurtulmuş. Boya kutusu ve fırçaları. Paleti çiçek gibi tertemiz. Yenilikten gelen bir temizlik değil, işleyen demirin pas tutmamasından gelen bir temizlik. Tüpler sevgi ve saygı ile sıkılmış. Fırçaları yokladım, bir kısmının uçları ıslak. Bu korkunç odasının içinde boya kutusu ve fırçalar bitmiş, tükenmiş bir yüzün ortasında bir sıra inci diş gibi duruyor. Sefaletini ve kendisini unutup bu temizliğe dalıyorum”.
Bir süre sonra Raguel Angles’in eşi Madam Fernande Angles ile tanıştı. Hayatının sonuna kadar Madame Angles’in himayesinde kaldı. Madame Angles’in himayesinde Paris’te yıllarda Hotel Monceau’da kaldı, otel ve yemek paralarını ödedi Madame Angles ödedi, bunun karşılığında Fikret Mualla Madame Angles’e resimler yaptı. Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Tevfik Kent ile de Paris’teki buluşma noktaları da burası oldu.
İçki yüzünden rahatsızlığı artınca Madame Angles kendisini Reillane köyünde bulunan evine götürdü. El altından arkadaşlarına verdiği resimleri saymazsak Madame Angles resim satmasını yasaklamıştı. Mutluydu ama yalnızdı, kaderi yalnızlıktı, hayatının sonlarına doğru fiziksel sağlığı da bozulunca bunu iyice anlamıştı. Bir süre sonra içki yüzünden fiziksel ve ruhsal rahatsızlıkları artınca Morasque’da bir hastaneye yatırıldı, yüzü şişmişti, karnı şişmişti, zor yürüyordu. Bir süre sonra felç oldu… Zorlukla yürüyordu, yürüyebildiği zamanlarda hastane yakınındaki bir dostunun evine gidip gizlice içki içiyor ve resim yapıyordu.
Hıfzı Topuz, Abidin Dino, Müslüm Üstündağ, Safter Tarib ve bir kaç doktor arkadaşı ile Fikret Mualla’yı ziyaret etmek üzere Reillane’a gittiklerinde, kendisinin hastanede olduğunu öğrenirler. Arkadaşlarını gördüğünde duyduğu mutluluğu daha sonra göndereceği mektuplarda anlatacaktı. Arkadaşlarının gelişi onu mutlu etmişti, İstanbul’a dönmek istiyordu ama bir yandan da kararsızdı, gücü yoktu. Arkadaşları ayrılırken Fikret Mualla ağlıyordu…
Bir süre sonra, 19 Temmuz 1967 yılında Morasque’daki hastanede öldü. Ölürken kimsesi yoktu yanında. Arkadaşları ölüm haberini çok sonra aldılar. Morasque’da kimsesizler mezarlığına gömüldü. Kendisini tanıyan Japon bir kadının hayrına yazdığı bir mezar taşı dikildi mezar başına.
1940’lı yıllarda Paris Viskonsülü olarak görev yapmış olan ve Fikret Mualla’yı da tanıyan, dönemin Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık teşebbüsüyle kemikleri önce Paris’e, oradan uçakla Türkiye’ye, Karacaahmet Mezarlığı’na getirilerek defnedildi.
Moda’da bir konakta doğdu, Fransa’da tek başına öldü, kimsesizler mezarlığına gömüldü… Fikret Mualla’nın izinde onun dolaştığı sokaklarda, ısınmak için girdiği kafelerde, hastanelerde, kirasını başkasının ödediği evlerde, pazarlarda dolaştığınızda, çok de keyifli bir hayatı olmadığını anlıyorsunuz.
Siyah – beyaz bir hayat yaşadı, rengarenk resimler yaptı…
Hayal ettiği dünya yaşadığı değil, boyadığı tuvaller oldu…
Resimleriyle yaşadığı hayat arasındaki tek ortak nokta:
İkisinin de özgür olmasıydı…
Şöyle bi baktım bu yorumdan önce 50 tane yorum almış bu yazı. Tebrikler ederim bu güzel yazı için. Kelimeleri kullanma gücünüz, duru anlatımınız ve sıkmadan bir nefeste okumamızı sağlamanız çok güzel. Ben de “daha çok yazı diyenlerdenim.
Güzel sözlü- güzel gözlü – güzel yürekli arkadaşım. Çok teşekkürler. Bir akşam masada başlayan Fikret Mualla konusunun böyle güzel bir yazıyla sona ermesi beklediğim birşeydi zaten. Sen anlatınca da bir başka güzeldi.
Matisse’den etkilendiğini biliyorum renklerde. Bir de bir sanayici sayesinde Seine nehrinin sol yakasında sağ yakasına yani burjuva tarafına taşındığı ve yaşadığı bir dönem de vardır.
Sanata ve sanatçıya verdiğiniz önem için teşekkürler. Fikret Mualla büyük bir ressam olmadı, değildi de ama usta bir insandı. Enine boyuna düşünmeden yaşadı.