“4” gözle beklemenin bedeli…
İkinci yarıların ilk çeyrekleri sonrası başlayan Beşiktaş seli, İzmir’de de Fenerbahçe’yi boğdu götürdü. Artık şurası kesin ki, Beşiktaş’ı yenebilmek için işin son yarım saat öncesi bitmiş olması gerekiyor. Fenerbahçe’nin son lig maçında yaptığı gibi, son yarım saate iki üç farkla galip girebildiniz, girdiniz; yoksa son yarım saatlik süreçte Beşiktaş’ın kondisyonuna mukavemet gösterebilmek ve başa baş bir oyun çıkarabilmek gerçekten çok güç.
Beşiktaş Cisse’nin arada çıkardığı hareketli maçlar ve Ernst’in varlığı dışında pek dinamik bir orta saha takımı değil. Buna rağmen o bölgede yapılan son derece başarılı saha paylaşımı, rakip takım futbolcularını bir yırtıcı sürüsünün içine düşmüş kuzu sürüsü şaşkınlığına uğratıyor. İşin içine üstün kondisyon gücü de girince, bazı maçların son bölümleri işte bu yırtıcıların şölenine dönüyor. Bu şölenden dün akıllara ziyan bir sonuç çıkmadıysa, Fenerbahçe’nin bunun için biraz İzmir’in iklimine şükretmesi gerekiyor.
Antalyaspor ve Denizlispor’dan başka Akdeniz ve Ege takımı kalmamış olan ligimizde, Beşiktaş da rakibi de bu deplasmanların ikisini çok önce oynadılar, ikisini bu önümüzdeki son 3 hafta içinde oynayacaklar. Dolayısıyla uzun süredir kimsenin sıcak iklim tecrübesi yokken, İstanbul’un ve yurdun geri kalanı soğuk bir ilkbaharı yeni yeni atlatıyorken, İzmir’in havasının sahadaki tüm futbolcuları etkilediği gözden kaçmadı.
Beşiktaş’ın bu sakin orta saha presinin mimarı Mustafa Hoca, dün Yusuf ile, Ernst ile bir kez daha kıvanırken, Tello ve Holosko’yu kullanışı ile bir kez daha gururlanırken, sanıyoruz en büyük doğruyu da panik değişikliklerine gitmeyişiyle gösterdi. İlk gol anına kadar pek gününde görünmeyen Bobo’yu, iyileştiği görünen Nobre ile yenileme veya Deivid-Güiza ustalığını bir defans felaketi olarak değerlendirme yoluna gitmemesi, ilerleyen dakikaların da onu haklı çıkarması, ona inananları bir kez daha mutlu etti.
Biraz daha hızlı düşünen ve biraz daha seri davranabilen bir Beşiktaş, sanıyorum bu sezonu şu ana kadar şovla getirirdi. Kaybedilmiş bir şey yok. Şov, şu çatıyı koruyarak geriye kalan üç haftada ve önümüzdeki sezonda da sahnelenebilir. Açıkçası herhangi bir rehavet endişem de yok. Kulüp de, kadro da, Türkiye Kupası ile Lig Şampiyonluğunu ayırabilecek insanlardan oluşuyor Allah’a şükür. Ancak evvelki hafta Gökhan Zan için de söylediğimiz gibi, takımın hakemlere yardımcı olabilmesi ve kendisine yapılan faulleri, saha içinde dönen futbol dışı işleri gösterebilmesi gerekiyor. Fenerbahçe maçında kendisine arkadan bir otomobil şiddetinde darbe uygulayan Semih’in müdahalesini görüntüye veremeyen Gökhan’ın faulü alamaması ve Güiza’yla gelen gol; bu maç Holosko’nun Fenerbahçe defansını sırtında taşıması ama aynı sorun sebebiyle verilmeyen fauller, kaçan kontralar ve bunun Holosko’nun yüzüne bile yansımaması; bunlar rakibi daha da abartabileceği konusunda cesaretlendirmekten öteye gitmiyor. Sonucunda da Semih’in Hakan Arıkan’ın kaburgalarına dirseği gömmesine kadar gidiyor.
Semih demişken, şu son menfur maçta Arda ile olan hukukunda kendisine pek üzülmüştük. Arda’nın, dünya beyefendisi Semih Abi’sine nasıl olup da bu kadar hiddetlenebildiğini anlayamamıştık. Fakat görünen o ki Semih pek bizim bildiğimiz, sandığımız, zannettiğimiz gibi bir kimse değil. Güneş balçıkla sıvanmıyor gerçekten; şu son maçta sıva bayağı bir aktı.
Biz hakeme yardım edemedik, ama Gezer de zaten biraz “Ben yardım almam, veririm” havasındaydı. Öyle bir penaltı verdi ki, yaranmaya çalıştığı Fenerbahçe bile kendisini reddetti. Orada güzel olacak olan, Alex’in gelip topu taca vurması olurdu, ama bir takım bu bilinçte olsa herhalde baştan o penaltıya oynamazdı. Bunu beklemek biraz bankayı soyan adamdan, götürdüğü parayı yakmasını beklemek gibi olacaktı, eh, biz de zaten beklemedik; güzel olurdu dedik.
Son olarak, bir kupa finalinin eğlenti aşamasında 10. Yıl Marşının ne işi vardı, ne stadyumdakiler, ne televizyon başındakiler hiçbir şey anlamadı. 26. Yıl Marşı falan gibi bir şeyimiz olsa hoş olabilirdi de, yok. Ama 50. yıl marşı var. Ona da pek bir şey kalmadı.