Saba
Yazmak konusunda tereddüte düştüğüm zamanlar var, tuhaf bir şey çünkü.Siz yazdıkça içinizi döküp, anlattığınız şeyleri birbir öldürürken bir başkası için yeni doğuyor.
Okuyanlar, okudukları şeyler için “nasıl oldu, nerede, peki şimdi nasılsın?” soruları sorarken benim içimde “iş işten geçti” kederi sızlar inceden.
Yazarken ölür anlatılanlar, “lütfen bir kerecik daha” yalvarmalarımız boşunadır. O yüzden yazarken tereddüte düşerim bazen; bilirim çünkü, yazdığım herşeyin parça parça öldüğünü.
Bugünlerde herkesin canı biraz sıkkın, onu hafifletmek istedim. Kendi can sıkıntımı da elbette. Hayatın o kadar da kötü olmadığını anlamak için insanlık hallerine bazen belli bir mesafeden bakmak gerekir ya, o duruluğu bulmak istedim. Di’li geçmiş zamanın daha da evveline sarıyorum, o kadar geriye yani…
Biri telefon ediyor uzaktan, bir zamanlar çok sevdiğin biri, kalbini kıra kıra sevmiş seni. O seni kendince sevmiş olmakla övünürken kalbini kırılan yerlerinden yapıştırmak sana kalıyor. Sen bunu yaparken aklın boş durmuyor, onu artık uzaktan sevebileceğini anlıyorsun. Seni gördükçe saldıran ve sen onu sevdikçe deliren bir çocuk tanıyorsun.
Tıpkı kimsesizler yurduna bırakılmış, dokunmayı unutmuş, sadece vurmayı hatırlayan çocuklar gibi. Sönmüş bir yıldız gibi… Tutup bağrına basacak olsan karnını yumruklayan… Yumuşak bir yeri kalmamış. İncitmeden, viran eylemeden dokunamadığını biliyorsun artık.
Zaman renkleri yeniden boyar. Neş’enin de kederin de renklerini ele geçirip yeniden adlandırır. Önce ferini alır rengin, sonra sepyalaştırır. Renk en sonunda kendi hatırasına döner, ancak renk asla büsbütün kaybolmaz, ürkek heveslere dönüşür.
“Hadi kalk gel” dese, “Sirkeci’de öğlen rakısına bekliyorum” dese gidemeyeceksin. Yaraların kalbinden ayaklarına inmiş, pranga gibi sarmış bileklerini. Kabuk bağlamış ama geçmemiş, pranga olmuş ayaklarına. Ölsen bir bardak su vermez ya, onun durumu o işte… Sen bunu bilerek artık o ayaklarla koşamazsın yeryüzünün o yarısına… Yollar diken olmuş ayaklarının altına. Sorsan ona “yok canım” diyecek, “o kadar da değil, abartmış” diyecek mühendisliğine has üslupla evirecek meseleleri. Başka bir sıfatla sevmeye devam edeceksin, o bunu yüz yıl sonra anlayacak.
Ben genel olarak hayatta kendime 7 veririm, en iyi zamanımda 9 olur. Yaşarken en iyi ihtimalle kaçınılmaz imla hataları olur zira. Eğer günün birinde bir yerlerde 10 almışsam, birilerinin yüce gönüllü kanaat notundan kaynaklanır. Benim şu hayatta gösterdiğim performansa katık olmuş kat kat kalpler var kalbimin üzerinde.
Kuyruğu dik ve başı yukarıda tutmanın karşılığıdır 7. Seversin ama “ bi dakika arkadaş” dersin ya, taşıdığın kadın figürünü kanırtmak, içini oymak boşaltmak istediğinde yapıştırdığın tokadın 7’sidir o. Gerisi de hikayedir.
İyi kalpli ve vicdanlı olmaya not vermiyorum, olması gereken birşey zira.
Marika olmanın bir bedeli var, o Marika’ların hep bir derdi olur. Hakikaten zengin oldukları sanılır ve hakikaten göründükleri kadar güçlü.
Dışarı sert, içerisi yumuşak olan insanların hep bir derdi olur. Bu yüzden içlerindeki yaraların derinliği tahmin edilemez dışarıdan bakınca.
Bu kadar ağlaşmanın, bu kadar silik, ezip, mahcup kadın figürünün arasında birilerinin de kuyruğu dik tutması gerekir.
Birilerinin kendisiyle delikanlı ilişkiler kurması gerekir, dşarıda bakınca huysuz bir Marika gibi görünmek gerekir o ağlak ruhların yanında.
Bedenini tüm ağırlığına rağmen, ruhunun gittiği yerlere götürmek, taşımak gerekir. Kafan huysuzlanırken yüzünü sırıtmaya zorlamadan yaşaman gerekir.
Büyümek böyle birşey işte. Mal mülk, mevki sahibi, çocuk sahibi olduğun, saçların ağardığı zaman değil de; vefalıyla vefasızı ayırabildiğinde, ikisine de aynı nezaketi gösterebildiğin lakin vefaya yüreğini bir tabak gibi açtığında; vefasızın gözlerine gülümsemene karışmış ince bir sızıyla bakarken, veda etmeden, kapıları çarpıp çıkmadan, zehirlemeden, zehirlenmeden yanyana durabildiğinde büyüyorsun. Sen öyle olamasan da, Marika’lara selam vermeyi öğrendiğinde büyüyorsun. Bunları yapabildiğin zaman kollarını iki yana açıp, yüzünü güneşe doğru çevirip “ben böyleyim” demiş oluyorsun kainata…
Gide gide hikaye bir yerde bitecek elbette, anlatılanlar ölecek. Başka biri telefon edecek uzaktan, çok sevdiğin biri, “kahvaltı ediyordum” diyeceksin… “Hay Allah! Şu işe bak, ben de tam seni düşünüyordum” diyecek. Sana komik birşey söyleyecek, belki erkeklerin belki kadınların adam olmayacağıyla ilgili olacak. “Atla gel” diyeceksin, “kahveyi birlikte geçelim”. Uzak demeyecek, kim şimdi uçup gelir oralara demeyecek, kalkıp gelecek. İçinde gerekçesiz, çok sağlam kanıtları olan bir neş’e. İkinizin de nefesinden buğular çıkacak. “Gözüm” diyeceksin o birine, “ciğerim “ diye sözü alacak diğeri… Hayatın, şu olanların, büyümenin acısının nasıl da canınıza tak ettiğini anlatmaya gerek duymayacak kadar birbirinizin canından haberdar olacaksınız, kelimelerden değilse de sesinizden anlaşılacak bu. Yüreğinin tepesi olanlarda olur bu, yüreğin karlı tepelerine ölümlünün azı tırmanır… Bunu anlayacaksın. Üç taksi değiştirip gelecek bildiği yolları, güleceksin hesapsızca yola düşüren çocuk yüreğine, şaşkınlığına. İşte o gün, sen anlattıkça ölenlerin aksine, sevildikçe çoğalacaksın, bir milyon, on milyon olacaksın.
Kadınların kadın cehenneminde birbirlerini ateşe verdikleri bir düzlem burası. Kusursuzluk çabası yüzünden parlak bir ışığa sahip olabilmek adına, ihtiyacımız olan şefkati göremediğimiz, anlayamadığımız bir cehennem. Bizim yarattığımız cehennemin ateşini, olmak istediğimiz kadın suretlere aşık adamlar yakıyorlar ve sonra karşmıza geçip kül oluşumuzu seyrediyorlar ellerinde keyif sigarasıyla.
Yine de kadınlar kendi inşa ettikleri bu cehennemden bir erkeğin yardımıyla çıkmazlar mı? İnce ince ördükleri, keskin camları üst üste koyarak inşa ettikleri tepelerden ancak bir erkeğin elinden tutarak inmezler mi? Kendilerine çevirdikleri zalim gözleri ancak içten bir hayranlık ve derin bir aşkla bakan bir çift göz bertaraf edebilir bence… Aşk bu yüzden var, kadınlar bu yüzden dokunuyor hala adamlara.
İkna olmadıkları hayallere inanan bir cinsiz biz. Ancak bir erkek sevdiğinde kurtarırız kendimizi kendimizden, bir erkek bizi bize rağmen sevdiğinde öldürebiliriz canavarları.
Boğaza karşı ağzının içinde bütün bir kahvaltı macerasının tatları dolaşırken, karşında çakmak çakmak bir çift göz mutlulukla dansederken; ağırlığını göçmen ruhuna yük etmiş bir kuş sürüsü geçiyor boğazdan usulca.
Havada saba makamında klarnet taksimi… Kanatlarında ürkek hevesler taşıyan gölge kuşları…
Saba
bilmezler hangi dertten müzdaribim
tarifi kabil olmayan
lakin bir iz dimağında
çocukluğunu değil bizatihi seni
kurumuş seni
kör kütük boyayan panayır akşamlarına
sarhoşluğu pek ala ezeli
eflatuni
ve eski
bir bahar meltemiyim