Dilemma
Herkesin “kıskanacağı” kadar “eğlenceli” ve “neşeli” bir akşam…
Yüksek sesli, yırtıcı müzik eşliğinde akşamın ikinci yarısı başladı. Yaşı gençlikten sıyrılmış orta yaşa doğru giden yalnız kadınlar gözüm takılıyor. Vahşi bir istekle eğleniyorlar, müziği de geceyi de deliyor varlıkları. Sonra düşünüyorum, “onların hakkı değil mi?” burada olmak diye. Elbette hakları, bir kere ben buradayım, bunu demeye ne hakkım var? Anlatmak istediğim bu değil işte, başka türlü bir acziyetten bahsediyorum. Bize kadınların güzel yaşlanması öğretildi. Güzel güzel, yaşaya yaşaya, sindirerek ve olgunlaşarak. Gençliğin taze yıllarındaki sığlık ve çiğliğe sahiplenmeden. Anlıyorum ki birşey yaşamamış çoğu, karınlarında bir boşluk var, o boşluk ağrı yapıyor, o ağrıyı unutmak için hafızasız oluyorlar, anı yaşayıp geçiyorlar…. Kendilerince bir tanım bulmuşlar: “Hayatı yaşıyorlar”…
Bir şeyi vaktinde yaşamadan geçersen, çok sonra, seni rezil etme pahasına, sana yaşatır o eksik bıraktığın bölümü. Maceraya atılmadıysan eğer yirmilerinde, sürükleyerek, seni rezil ede ede götürür seni otuz beşinde. Yırtık kot, yer bezinden hallice bir kazak giyip, nasıl göründüğüne aldırmadan geçiremedinse öğrencilik yıllarını mesela, elli yaşında, artık kalabalıkların gözleri seni hiç de öyle görmeyi beklemezken, sana giydirir o kot pantolonu. En mahrem yanlarının en kamuya açık alanlarda kaybolduğu, özelliklerini ve güzelliklerini içtikleri içkinin hesabını öder gibi bırakıp giden bir kadın olursun…
Mahremiyet özel ve soylu bir şeydir oysa, şahidi ya hiçtir ya tek.
Yaşamadan geçersen perişan olursun… Ne mahremiyet tanırsın ne soyluluk. İçinde kalmış, yaşayamadığın herşey bir bir bıçaklar değerlerini.
Atlayıp geçtiğin ne varsa dönüp dolaşıp gelir, kendini yaşatıncaya kadar yapışır yakana….
– – – – – – – – – –
Tekrar takılıyor gözüm kadınlara. Daha yirmili yaşlarda olanlar da var, yorgun bakıyorlar hayata. Genç kız olmadan kadın olmuşlar belli ki… Bakışları mezarlıkla yatak odası arasında geziniyor birçoğunun. Vahşi bir eğlence bu.
İçinden neşesi kaçmış eğlencenin neferleriyle aynı mekânda ayrı saflarda dizilmiş gibi duruyoruz.
Hiç karşılıklı sıkılan bir çifti dışarıdan gözlemlediniz mi? Sanki bir şeyleri unutmuş da, hatırlamaya çalışıyor gibidirler.
Erkeklerin çoğu yanında bir kadın olduğunun farkına varmadan bir elinde bira bir eli cebinde müzik eşliğinde sallanıyor.
İşte öyle bir yemek sonrası.
– – – – – – – – – – –
Göz görür, göz şaşar, gözlerin aklı ermez, göz dalar…
Bazen terketmek gerekir. Orayı, onları, olup bitenleri… Hemen çekip gitmek gerekir ama lafı kadar kolay değildir, yapamayız! Görevler, ezberler vesaire izin vermez. Tam o sırada kısacık bir an için bile olsa dalıp gitmeler imdada yetişir. Oracıkta gideriz. Başkalarına, başka yerlere, başka olaylara… Hatta başka bir “dünya”ya… Dalıp gitmek ne dertlilik, ne düşüncelilik, ne de deliliktir! Bu koşuşturmaca, kuşatılmışlık, rutin mahkûmiyetler dünyasında “inci avcılığı” için bazen yegâne fırsat dalıp gitmelerimizdir. Ben de dalıyorum, zira yanımdakiler beni terk etmedikleri gibi benim de orayı terk etmem zor.
İnsan aklı alışkanlıklar dairesinde düşünüyorsa bu da bir alışkanlık belki.
Size olmuş muydu bilmiyorum. Küçükken evin içinde olma zorunluluğu benim kalbimi çok daraltırdı. Çok küçüklükten bahsediyorum. Bir yere gitmek değil de sadece kapının dışında durma hakkını isterdim. Uzun zamandır çıkmıyorum ev dışına, çıktığımda hatır için oluyor, işte bu akşam böyle bir akşam.
Evin içinde olma hakkımı geri istiyorum sanırım, göz kenarımdaki izler söyletiyor tüm bunları belki de.
Gece iyi başlamıştı halbuki, uzun zamandır hepimiz gelmemiştik biraraya, güzel de kalktık masadan. bilen bilir işte, o masada, bizim oturduğumuz masada cep telefonu dahi açılmaz, kimse telefonunu yoklamaz arada. Dostlarla bir arada olmuşuz, susmuşuz, dinlemişiz, sevmişiz birbirimizi. Rakının eflatununda çözülüp yumuşamışız, birbirimizin nasırlarımızı almış, yaralarımızı sarmışız.
Dostlarımız, bir nev’i suç ortaklarımız…
– – – – – – – – – – –
Bir kadın ölesiye sarılıyor yanındaki adama, adamın kendisini çok sevmesini istediğini düşünüyorum. Cep telefonunu çıkarıp beraber fotoğraflarını çekiyor kız. Kız güzel ve “henüz” çok genç. Genç adamın birlikte görünmek isteyeceği özellikleri taşıyor kız, erkek de aynı şekilde. Birbirlerinde bulmak isteyecekleri herşeyi üstlerinde taşıyorlar, keşfedilmemiş ya da mahrem birşey yok, herşey şeffaf. Arasıra içki içip arasıra cep telefonlarına gelen çağrıları kontrol ediyorlar, yalan dünyanın doğru çizgisinde olmanın rahatını görebiliyorum yüzlerinde.
Eskiden bir başkasının mutluluğu kıskanılırdı. Şimdi kimse kimsenin mutluluğuna inanmıyor. Artık herkes birbirinin eğlencesini kıskanıyor. Bu yeni haset trendine ayak uyduranların başında mutsuz genç kızlar geliyor. Facebook’larına, twitter’larına “ne kadar çok eğlendikleri”ni ima eden notlar yazıp fotoğraflar koyuyorlar. Bitip tükenmek bilmeyen gülme işaretleri… Eğlenmekten yorgun düşme imaları… Hepsinde hain bir “kıskananlar çatlasın” havası! Fakat dikkatli gözlerden hiç kaçmıyor: Düşülmüş tek bir notta, internet ortamında başkalarının paylaşımına açılmış tek bir fotoğrafta bile “neşe”den eser yok! Eğlenmek gitgide neşesiz bir hal alıyor çünkü!
Bizim böyle kanıtlarımız olmadı hayatta. Bize her şeyi yüreğimizde saklamayı öğrettiler, kalbimizi kıran olduğunda yüreğimizi kilitleyip anahtarını denize atan şiirler yazardık, fotoğraf dediğin üç ya da beş tane olurdu o da dijital ortamda silinebilen cinsten değil.
Ben fotoğraf saklayabilenlerden ya da sevenlerden değildim. Bugün hala arkadaşlarımın albümlerinden seyrediyorum kendimi.
Kendini fotoğraf albümü yerine gözlerimde ve anılarımda arayanların ve hiç de zorlanmadan bulabilenlerin buluşmasıydı bu akşam.
– – – – – – – – – – –
Saatler geçtikçe kadınların makyajlarının ardındaki düşkün bakışlar belirginleşiyor, takatsiz ve yorgun bakıyorlar hayata, erkekler bunu görmüyor, ilgilenmiyorlar da. Çaresiz, yalnız ve yolunda gitmeyen hayatlarını saklamış, gerçekte nasıl bir şey olduklarını unutmak istercesine kendilerinden uzaklaşmış kadınlar… Yaptıkları makyaj sanki bir ayıbı örter, suçluyu saklar gibi. En güçlü, en vahşi, en ilgi çeken olmak üzere hain bir anlaşma var aralarında.
Sevgiyi diline pelesenk etmiş ancak sevmeyi bilmeyen insanlar oluverdik. Kadınlara bakınca bunu görüyorum, erkeklere bakınca bunu görüyorum. Belki de gece kulübünde gördüğüm suretler bunun yansımaları. Sevgisiz insanların, neşesi kaçmış eğlence okyanusunda geziniyor gözlerim.
Haksız da değiller belki ya da en hafif haliyle suçlu olmayabilirler. Sevmek öğrenilen bir şeydir, birilerinin öğretmesi lazım. Tek tek göstermesi lazım. Gördüğümüz ve görmediğimiz her şeye önce inanmayı, sonra sevmeyi öğrenmemiz lazım.
Herşey hafif olabilir, hafife alabilirsiniz günlük hayatı hatta hayatın hepsini; lakin “sevmek ağırdır”. Uykuları kaçırır, uyanıklığı sarhoşluğa çevirir…
Oysa modern insan her şey hafif olsun istiyor, sevmek bile!… Çoğu tarif edemiyor, çok sevdiği, vazgeçmeden kalbinde saklamak isteyeceği bir şey gösteremiyor. Mümkünse sadece sevilmek istiyor. Ancak ayrılık acısı çökünce, terk edilince, özleyince farkediyor ki, seviyormuş; önemseyerek değil de “ihtiyaçtan”… Ancak o zaman farkediyor ki, vakit hiç de iyi geçmiyor!
Çağın trendleri ve popüler kültür kulaklara şöyle fısıldıyor; Vakit iyi geçmeli… Bu rastgele bir deyim değil. Gençler anlamını gayet iyi biliyor. Mutluluk, güven içinde yaşamak, özlemek… Hayır bunlar değil! Mutluluk arayınca mutsuz oluyorsun çünkü… Güven içinde olmayı isteyince sorumluluklar, yükümlülükler peşi sıra geliyor ve altlarında eziliyorsun…
– – – – – – – – – – –
Ve özlemek… Özlemek gündelik hayatı sekteye uğratan bir tür zihin sancısı… O zaman en iyisi “iyi vakit geçirmek” deniyor. Bu yüzden günümüzün bütün “aşka benzer” ilişkileri ağır darbeler alıp sonunda yere seriliyor. Çünkü gözü başka bir şey göremeyecek kadar âşık değilse insan sevgilisiyle değil de, arkadaşlarıyla birlikteyken daha “iyi vakit” geçiriyor. Arkadaşlıkların atmosferi sevgililerinkinden daha ferah… Arkadaşlıklar çok daha eğlenceli, uzun ve kalıcı bir ilişkiden… Hatta kimi zaman arkadaşlığın sosyal erotizmi sevgililiğin mızmızlığından çok daha çekici… Tek başına aşk bayrağı açmak, sevgili olmanın eşsiz güzelliklerini övüp durmak, şarkıları şiirleri yardıma çağırmak bu gündelik gerçeğin üstünü örtemiyor. Nasıl oluyor da, “seni seviyorum”lar bir süre sonra ve iç burkucu biçimde “beni boğuyorsun”a dönüşüveriyor? Uzun ve acıklı bir hikâye…
Tekrar disko ışıklarıyla yarı aydınlanan “özel” giyimli insanlara bakıyorum. Birçoğu için gece aynı kordinatta sonlanıp sabah birer yalnız kalp olarak uyanacaklar, “arkadaşlık”larına kaldığı yerden devam edecekler.
– – – – – – – – – – –
Dostlarla suç ortaklığı yaptığımız masanın yaşı 17 olmuş, Ankara’dan gelip yüreği serçe gibi atan küçük kızın gözlerinin etrafında izler oluşmaya başladı. Dostluğun içinde kaldığın zaman sözler boş değildir, boş konuşmaz dostlar, hafif kör olurlar, gözlerin etrafındaki izleri görmeyecek kadar. Dostluk ağır bir şey, zorlar insanı! Ve dostlar da tıpkı âşıklar gibi tehlikeli alanlarda dolaşmayı sever, göz kenarlarında değil, göz bebeklerinde yaşarlar… O yüzden dost mektupları “iki gözüm” diye başlar… Dostunuz ölse de dostluğunuz yaşar, sizin pusulanızdır o.
İnsan sevdiklerini -ne yazık ki- hırpalar… İnsan sevdiklerinin sınırlarını aşmak, her şeyi konuşmak, tartışmak ister. Dost acı söyler. O “acı söz” denilen şey hakikatin dile getirilme çabasıdır çünkü.
Artık arkadaş sohbetleri “bana yalanlar söyle, yeter ki güzel olsun” ilkesine göre biçimleniyor.
Güvenmek yok artık, güvenlik var! Omuz omuzalığın modası geçti, şimdi taraflardan sadece birinin ötekine sırtını yaslaması var!
Dostluğu aramak yerine okeye dördüncü aramak daha kolay ve çekici geliyor bize… Akşamları kafayı yastığa koyduğumuzda bir an bile “nereden geldik, nereye gidiyoruz” diye sormadan yaşıyoruz.
– – – – – – – – – –
İkinci yarıda anladım ki bize ilkokulda dağıtılan sözlükteki kelimelerle hayat arasındaki şiddetli geçimsizlik devam ediyor.
Gecenin ilk yarısında Ahmet’in masadaki Sadri Alışık cümlesi geliyor aklıma:
“O, değişen toplumsal değerler içinde güzelliğe tutkun, umutlu, yaşama sevinciyle dolu, dürüstlüğü ve doğruluğu özleyen insan tiplerini oynardı”…
[adrotate banner=”35”]
Yaşamışlığın, görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor hayatın bir dönemecinde bu olgunluk. Ne zaman dersen herkese göre, ne kadar dolu yaşadığına göre değişiyor bu olgunluk çağına ermek.İnanın bana hayattaki düşüşler, zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor. Kendi dünyanın küçüklüğünü keşfetmek ve buna rağmen kendinin kıymetini bilmek çok işe yarıyor.
Bu yazıda o kadını ve o hayatı görebiliyorum. Elinize sağlık.
yine epey bekledik ama değmiş 🙂 bin numara
Hem sevgili hem keyifli hem de dost Seçil. Ruhunun üstün meziyetlerinin bir kısmını da olsa paylaşmışsın bizimle. Sağol.
Dostlarıma, kendimize yemek yapmak hoşuma gidiyor. Mutfak eskiden bir zulüm iken şimdi zevk aldığım mekanlar arasına giriyor. Farklı lezzetler denemek güzel ve kendi lezzetimi kendimde yaratabileceğim belli bir damak zevkim ve mutfak kültürüm oluştu.Sonra Sezen’in şarkısındaki gibi anneni daha sık düşünüyorsun ve hatta anlıyorsun.İşte bu yeni alışmaya başlanan ve giderek hoşa giden yeni duruma olgunluk deniyor.
Siz tam anlamıyla güzel yapmışsınız bu işi. Duru kelimelerle anlatmışsınız olanları da.
hiçbir yoruma cevap vermiyorsunuz, oysa okuyucularınız sizden gelecek tek bir cümleyle bile mutlu olacaklar 🙂
Yazının konusundan çok konuyu nasıl enteresan bir hale getirdiğiniz önemli bu da hayatı ciddiye aldığınızı gösteriyor.
çok teşekkürler, beklettiniz ama yine nefis olmuş
yazıya katkıda bulunan yorumcu sayısı az olmuş herkes yazarı övmüş iyi de size cevap vermeyen ve tanımadığınız birini nasıl böyle övebiliyorsunuz? Kim olduğunu bilmiyorsunuz bile.
haklısınız seyfi adlı yorumcu arkadaşımız, herkes güzel şeyler yazmış ama yazıyı iyi okursanız güzel bir yazı olduğunu anlayacaksınız. yazarın cevap vermemesine gelince, biz de cevap vermesini ve bizimle iletişim kurmasını istiyoruz herşeyden önce merak ediyoruz bu doğru ama bu merakı yaratan şey onun yazıları ve nefis güzellikte unutmayalım.
Diğer yorumcuların aksine ben kendisine meyhanede tesadüf edip çekine çekine tanışmaya gidenlerdenim. O masadan hiç kalkmadım hala orada oturuyorum inanın. Tam bir yürek kadını, masasındakiler de öyle, başka dünyanın insanları gibiydiler.
Seçil Hanım şu sözüyle beni kalbimden vurdu o akşam:
“Herkes yaşadığını bilir, en önemlisi değişmeyen gerçeğini:”İçini”.
İçimizi iyi tutmak değil mi bütün meselemiz?”
Çok teşekkürler Sn. Sökmen.
Bende nur altın kadar şanslı olabilmeyi isterdim demek istiyorum bi yandan da zaten okuyan herkes tanıyor diye düşünüyorum.
Aslında bu tür insanların yüreğini bu yazılarda görüyoruz ama allah bilir normalde gayet sıradan bir hayat yaşıyordur bu yanılsamadan vazgeçmemiz lazım belkide. bizim büyük saydığımız herşey ona küçük ve sıradan geliyordur, onların peşinden koşmuyodur. Hem gerçekçi hem romantik tarafını adabıyla yaşayan bu kocaman yürekli utanmasını bilen ve hatta utangaç olduğu yazılarında bile anlaşılan sevgi tohumuna teşekkürler.
Valla o kadar da romantik bi insan değildir aslında. Hele yorum yazanların yazdığı gibi pıtı pıtı bir kız değildir o yaw! Gayet cesur ve sınırları zorlayan bir deli rüzgar tarafı vardır. Böyle pıtı pıtı anılmayı ve sevilmeyi de pek sevmez yani. Neyse yazı süper olmuş bunu söyleyelim. Efendim elinize sağlık.
tebrikler
Günümüz ilişkilerini ne de güzel özetlemişsiniz. Teşekkürler
Yazınızı bir paylaşım sitesinden, arkadaşımın sayfasından indirerek okudum, daha önceki yazılarınızı da okumak istiyorum ancak hepsi bir kere de değil, birkaç gün arayla sindirilerek okunması gereken yazılar. Bu kadar farklı konuda ama aynı üslupla ve katiyyen söz ve kavram kirliliği olmadan, bir o kadar da dolu dolu duyguyla yazılmış. Yetmez ama sadece “tebrikler”.
Seçil, sana daha önce “iyi bi yazarsın” demiştim ama değiştiriyorum. Sen düşünür aşamasına geçmişsin.
hocam elinize sağlık. eğitimdeki anlatma tarzınızdan böyle birşey çıkacağını tahmin etmiştim. Muhteşem bir yazı olmuş bana göre.
ne denir ki? çok güzel olmuş.