“Yadırgama, alışılmamışla karşılaşmadan doğar. Yadırgadıkları için yeniden şüphelenenler, alıştıklarını kendilerine verenleri suçlasın. Zira gümrüğü çoktan alınmış işçiliği sanat sanmak pek de övünülecek bir şey olmasa gerek”
Kuzgun Acar
Adını hiç duymamış olanlarımız vardır, yaşamını merak edeceklerimiz. Kuzgun Acar, Libya kökenli Ayşe Zehra Hanım ile Nazmi Acar Bey’in oğlu olarak 28 Şubat 1928 günü İstanbul’da dünyaya geldi. Yoksulluğu tüm zorluklarıyla yaşadı, bu durum dünya görüşünün şekillenmesinde elbette önemli bir rol oynadı.
Sultanhahmet Ticaret Lisesi’ni bitirdikten sonra 1948’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi heykel bölümüne girer
Bu dönemde akademide heykel çalışmaları yabancı sanatçıların gözetimini gerekli kılmış, heykel bölümü ilk yıllara oranla gelişme göstermişti. Alman asıllı olan ve genç yaşta Hitler rejiminin “tereddi etmiş (soysuzlaşmış) sanat” sloganına hedef olduğu için kara listeye alınan ve bu yüzden 1933’te vatanını bırakarak Türkiye’ye geldikten sonra, uzun yıllar önce akademide, sonra Teknik Üniversite’de heykel hocalığı yapan Rudolf Belling’den dersler aldı. Gerçi Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de heykel ve anıt yapmış olan başka yabancı sanatçılar da vardı. Aralarında Canonica, Thorak, Krippel ve Hanac gibi heykeltıraşların da yer aldığı bu yabancı sanatçıların heykel estetiği planında, Belling ölçüsünde bir etkinlikleri olmamıştı. Akademide atelyeler ayrıldığında Kuzgun Acar, öğrenimini bir süre de Ali Hadi Bara’nın yanında yürüttü. Çalışkanlığıyla girişkenliği yan yana olan biriydi Acar… Canlı, nükte dolu, Akdeniz sıcaklığında bir adam.
Akademiyi bitirdiğinde artık kendi deyimiyle “diplomalı bir heykeltıraş” olmuştu… Akademiye değilse de düzene karşıydı Kuzgun Acar… Devrimciydi, tavrı ölene dek değişmedi. Derdi sanatçı burjuvanın içinde yer almak değil, inşa etmekti… Devrimci ruhun ve sosyalizmin hiçbir gereğinden geri durmuyor, ülke tavrına karşı yaptıklarıyla sessiz çığlıklar atıyordu..
Tüm sanatların “yaşam” sanatına hizmet ettiğinin farkındadır Kuzgun Acar. Sanatçının alnında ışığı ilk hisseden olmasıyla ilgilenmez o. Bunu esere geçirmeyle ve bunun nasılıyla ilgilenir.
Devrimci tavrını şu cümlelerle anlatır: “Önce kendi işimde devrimci olmaya uğraşıyorum. Kaçınılmaz bir şey bu. Ben kendi heykelimde bir şey beceremiyorsam bir yeni tad, bir yeni koku, bir yeni inanç koyamıyorsam; kime ne söyleyeceğim ki?”
Paris Dünya Gençler Bienali birincilik ödülünü aldığında (1961) elbette yaşamındaki dönümlerden birini yaşamıştır. 1961 yılında Paris Bienali’nde çivilerden yaptığı bir eseriyle 1. oldu. Buradan kazandığı bursla Fransa’ya giden Acar, 1962’de Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde (Musee D’Arts) bir sergi açtı. 1964’te 23. Devlet Resim Heykel Sergisi’nde Heykel dalında 1. oldu. Eserleriyle Avrupa’daki sanat çevrelerince de tanınan Acar’ın eserleri 1966’da Rodin Müzesi’nde de sergilendi.
Her ne kadar ödüllü sanatçımız ekonomik olarak hayatının rahat dönemlerinden birini geçirse de, yıl 1965’e vardığında Türkiye İşçi Partisi’ne giren Kuzgun’a bakış değişir. Zamanla iş bulamaz hale gelir… Sermaye elini-eteğini çeker solcu yontucudan. Farklı işler yaparak hayatını kazanır. Balıkçılık, meyhane işletmeciliği vs.. Takip eden yıllarda da parasal açıdan zor günleri hiçbir zaman geride kalmadı, lakin hiçbir ortamda da isyan ve şikayet etmedi durumundan. Şikayetleri kişisel değil, toplum ve halk adınadır her zaman.
Gazetecilerin övgü dolu sözleri karşısında: “Ben mi heykel yonttum halk mı beni yonttu? ” sözleriyle toplum sanat ilişkisinin sanki desenini çizmiştir Kuzgun Acar.. “Siz bir yere varmışsınızdır. O halk sizi yontar zaten. Bize heykeltraş diyorlar. Tamam doğru biz yontuyoruz bazı şeyleri ama aslında bizi yontan sokaktan geçen adamdır. O hesabını sorar adamdan.Bu açık.. . Bunu o kadar uzun yıllardır, en azından bir 27 yıldır yaşadım. Ben bilmiyorum, ben mi heykel yonttum beni mi halk yonttu?.”
“Çok büyütülüyor aslında” diyordu… ” Sanat sanat sanat… Ne oluyoruz ki yani? Hani bir adamın istanbul Ankara otobüsünü götürmesi herhalde benimkinden daha güç bir şey. Ben biraz dana kolay idare ediyorum.Ve ben onun heykelini yapmak istiyorum. Onun heykeli de,biraz sivri demir, biraz çelik sivriler, sivriler ve batıcılar ve bilmem ne, bilmem ne, bilmem ne… Onun heykelini yapmaya uğraşıyorum ve onun heykeli hareket. Onun heykeli azgınlık. Ben onu oturup da ayakta yapamam. Onun için figüratif çalışmıyorum. Onun için somut heykel yapmıyorum. Adamı zaptetmeye imkan yok. Adam fırtına… Adam kaçıyor… Saatte seksen kilometre yapıyor, yüz kilometre yapıyor… Onun heykeli aslında sabit yapılamaz ki… Ben onun sadece hareketini yakalarım. Becerebiliyor muyum, o iddiada değilim. Ama ne yaptığımı biliyorum. O adamın, o fırtına adamın, o böyle otuzbeş yaşındayken ellibeş yaşında gösteren adamın heykeli. O soyut oluyor zaten.”
1975 yılında Mehmet Ulusoy’un Paris’te sahnelediği, Bertolt Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi oyununun masklarını yaptığını duyan Türkiye’deki bir grup gazeteci, hatta tiyatrocu tarafından alaycı bir üslupla eleştirilirken Fransız sanat çevrelerinde çalışmaları ilginç ve övgüye değer bulunmuştur.
Bu konuyla ilgili olarak sanatçı dostlarından birine yazdığı mektupta:
“Mehmet ve Özgürlük Tiyatrosu’yla, Tunus ve Cezayir’de turnedeyiz. Ancak, ne Tunus’u, ne Cezayir’i görüyorum. Gördüğüm, yalnızca Brecht. Işte sultanım, durum böyleyken, günün birinde deniz, kaplumbağaları çıkıverdi karşıma, kumun üzerine. Öyle bir yakışıklı öyle yakışıklı çıktılar ki, derhal Brecht’le ilintiyi kuruverdim. Bu deniz kaplumbağalarının kabukları egemen güçlerin giysisi olabilirdi olsa olsa… Sonra Paris Bitpazarı kazan, ben kepçe…. Ne kadar savaş artığı araç gereç varsa hep toparlayıp yoğurdum; oyundaki kiralık elemanların maskları oldu çıktı” demiştir. Türkiye’deki sanat çevreleri topluma yön vermekten ya da bir pencere açmaktan ziyade toplum saatiyle aynı paralelde yaşadı, sanatla uğraşanların kişisel kaygıları sanatsal kaygıların önüne geçti, Kuzgun Acar elitist bir çizgide yaşamadığından sözleri yadırgandı
Devamında ise: “Kafkas Tebeşir Dairesi için 140 mask yaptım; 14 oyuncu, değiştire değiştire 86’sını kullandı. Zor iştirmaskı oyuncuya sevdirmek… Kolay mı, adama “yok ol, silin” diyorsun malzemeyi ön plana çıkarıyorsun. Ancak, önce maskı istemeyen oyuncu, giderek, kollektif çalışma sonucu, bilinçlendikçe maskla korkunç bir şekilde bütünleşti. Öyle ki, açılış günü tiyatronun kapısına iki mask koymak istediği hiç bir oyuncunun elinden maskını alamadık” diyecekti.
Bir sanat eserini ‘yorumlamak’ ise bizatihi bir sanat değildir, yorumcu da bu anlamda ‘sanatçı’ sayılmaz. Sanat düpedüz yaratıdır. Bizdeki tartışmalar ‘yaratıcılık’ ve ‘yorumculuk’ ayrımının bile altını çizmedi. Belki rönesans kültüründen geçmediğimizden; “güzel sanatlar” toplumu sarmadı. Yaratıcılığın özgünlüğü herkesin kabulünü gören bir mertebeye yükselemedi. Edebiyat, görsel sanatlar, müzik, mimarlık toplum menzilinin dışında kaldı. Heykeltıraşlık gibi bir yaratıcılığın hiç ağza alınmadığı bir ortamda, sesi güzel olanlar “sanatçı” olarak adlandırıldı.
Halk, günlük karmaşada kulak verdiklerini, televizyonda izlediklerini, ‘hiçbir kavramsal teste’ tabi tutmadan, kendi beğeni ve sevgisini ölçü alarak “sanatçı” sıfatıyla onurlandırdı. Kendi yaşam menzilinin dışındakileri ise zaten umursamadı. Konuşulmayan konuların listesi her gün kabarıyor. Gelişen ise sığlık… Heykel konuşulmuyor… Mimari konuşulmuyor… Klasik müzik konuşulmuyor… Resim konuşulmuyor… Hatta artık şiir bile konuşulmuyor…
Güzel sanatların böylesine kazındığı bir bataklıkta, sanatın da sanatçının da tanımı yapılmıyor. Şarkılardan ve şarkıcılardan ibaret ‘sanat’ dünyamızla baş başa kalıyoruz. Sanat eserinin kalitesini ise ‘zaman’ belirler. Bu konudaki en önemli yargıç zamandır. Birilerinin kalkıp kendilerini zamanın yerine koymaları ise anlamsız değil midir? Zamana dayanan bir yapıt ister istemez evrenselleşir. Zamanı da aşar, mekânı da…
Yaratmak, bireyin kendi kişisel farklılığının bir sonucu… Eğitim yalnızca bu farklılığın en iyi biçimde ortaya çıkmasına yardımcı olacak teknik bilgileri verir. Sanat konusunda bir temel çerçevenin bile özümsenmemiş olması ne kadar hüzün verici…
[adrotate group=”69″]Ülke düzeni ve bilgi düzeyinin sığlığında görsel çığlıklar atmış bir heykeltraş Kuzgun Acar, zaman zaman eserleriyle tartışıldı. 1975 Heykel Sempozyumu için yaptığı heykel de, kaldırılmasından uzun zaman sonra Antalya’da yeniden gün yüzüne çıktı. Dev boyuttaki el heykeli, şehrin girişine yerleştirildi. İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’ndaki Kuşlar ve Ankara Emekli Sandığı Gökdeleni’nin cephesindeki tunçtan kabartması da sanatçının en önemli çalışmalarındandır.
Acar, bir duvar rölyefi üzerinde çalışırken merdivenden düştü ve beyin kanamasını nedeniyle 4 Şubat 1976’da hayata veda etti.
Kuzgun Acar’ın adı, sanat tarihimizde dramatik bir olayla hatırlanıyor.
Sanatçının Ankara’da Kızılay Meydanı’nda bulunan, Türkiye’nin ilk ”gökdelenleri” arasında yer alan ve bir dönem kentin simgesi gibi görülen Emek İş Hanı’nın ön girişinin üzerine 1966 yılında yaptığı, büyük boyutlu metal ”Türkiye” heykeli, 1974 yılında sökülmüştü.Önce bir hurdalığa atılan heykel daha sonra kaybolmuştu.
Eşi Fersa Acar buna şaşırmadığını belirtiyordu. Kuzgun Acar’ın söylemiyle olayı anladığını şöyle getiriyordu:
”Bekliyordum zaten. Benim hiçbir yapıtımı bırakmayacaklar. Ama ismimi de sökemeyecekler”…
[adrotate group=”69″] [adrotate group=”69″]
ÇOK DEĞERLİ DOSTUM, YAZILARINI BÜYÜK BİR KEYİFLE OKUYORUM. KUZGUN ACAR’IN HAYAT HİKAYESİ VE ESERLERİYLE İLGİLİ BU YAZIN DA GAYET BİLGİLENDİRİCİ VE KEYİFLİ OLDU. HERŞEY GÖNLÜNCE OLSUN GÜZEL DOST!!!!
Yazı çok güzel. Benim için önemli olan okunabilir bir yazı olmasıydı. Olmuş 🙂
Sanatı zayıf kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.
Atatürk
Çok değerli Seçil Hanım, bu hafta bir yazı yazmanızı bekliyordum. Bu tatil günü olması beni çok keyiflendirdi. Kenara atılmış, gazetelerde göremeyeceğimiz konularda çok güzel yazılar yazıyorsunuz. Kaleminizi sağlık!
Kibele Sanat Galerisi’nde bir sergisine gitmiştim kendisinin. Eserleri de kendi gibi duru ve dik duruyordu.
Ne yazık ki internette düzgün bir resmi bile yok. Nasıl bir ülke burası?
Ecnebi Meyhanesi’ni yazan romantik kalemden, devrimci bir heykeltraş yazısı. Kaleminizi yazacağınız yazının konusuna göre oynatmanız ve yazıyı o renkte yazmanız başka bir yetenek bence.
Türkiye’de sanat varmı ki sanatçı olsun. Önce kavramları tanımlamak lazım. Tanım olmayınca tartışma da olmuyor haliyle. Herkes bi kitap dolusu cümle ediyor, karşıdaki dinlemiyor bile. Neden? Nedeni tanımsızlık. Dinleyen neyi dinleyeceğini ve hangi süzgeçten süzeceğini bilemiyor ki?
Kuzgun Acar ismi gibi acar bir adamdı her haliyle. Devrim iyidir, güzelleştirir ülkenin yüzünü. Türkiye’de hiçbir haliyle kabul görmesede.
Daha çok eseri olsaydı da baksaydık keşke
Kibele sanat galerisinde görmüştüm galiba eserlerini
Aynı Rodin e benziyomuş kendisi
sanatını icra ederken ölmüş. allah rahmet eylesin.
beyin kanamasından ölseydi darbede asarlardı. çevresi ve parası olan avrupada kalmış. bu sanatçı türkiyede yaşayıp elini taşın altına koymuştur. çok değerli bir sanatçıdır.
tanımıyordum kendisini. ismini de ilk kez duyuyorum, bir kez daha hayretler içindeyim bu ülkenin sanat politikasının.
herkesin ve beşiktaş gazetesinin 30 Ağustos bayramı kutlu olsun.
her ülke layık olduğu şekilde yönetilir bunu unutmayalım. Bizde sanat hep eğreti bir iş gibi kaldı. Hep bir lüks olarak anıldı. “Karnımızı doyurmadan sanat olmaz” dendi.
Çok güzel gülüyorsunuz 🙂 çok da güzel yazıyorsunuz. Temiz bir türkçe ve doğrudan bir anlatımla. Teşekkürler yazı için.
Kafkas tebeşir dairesi oyununun maskları maalesef açık arttırmada pul fiyatı satılmıştır. Çok üzücü. Bu bilgilendirici ve duygusal yazı için çok teşekkürler.
En yakın zamanda yeni yazınızı bekliyoruz 🙂
Herkesin zafer bayramını kutlarım. Beni devamlı şaşırtan bu yazarada tanımadığım birini tanıttığı için teşekkür ederim.
Adını hiç duymamış olanlardandım ,açıkcası..Seçil Hanımın yazısından sonra ise yaşamını merak edeceklerden oldum ,değerli sanatçımızın…Çok teşekkürler , emeğinize ve kaleminize sağlık…
Hep söylüyorum Sn. Sökmen,
Kitap
Kitap
Kitap
Kitap
Kitap
..
..
..
Sevgili Seçil, ulus vadisine bakan mütevazi ama sıcacık evinde çok mutlu günler geçirdik. Gülüşünün tazeliği ve yüreğin hiç solmasın. Hoşça ve dostça kal arkadaşım 🙂
Temiz türkçe ile yazı yazan çok az insandan birini okumak mutlu etti 🙂
aynı şekilde bu arkadaşa katılıyorum.
sanatçının masklarının açık arttırmada elden ele dolaşması bu ülkenin ayıbıdır. Solcu olduğu için dışlanması, sanatçı kişiliğinin görmezden gelinmemesi çok feci bir durum.
Ben daha çok taş yontanları severim. Bu sanatçının tarzı çivi ve metalleri biraraya getirmek, yani modern heykeltraşlık üzerine. Bugün bunu yapan çok insan var, eserleri de çok yüksek fiyatlı ancak taş yontucusu maalesef kalmadı.
Yazara attığım mailler ve yorumlara cevap vermediği için protesto ediyordum ama sonra kişisel olmadığını anladım diğer yazılara gelen yorumlardan. Neyse artık bu yazarı da böyle kabul edelim.
taş yontan heykel traş kalmamasına üzülüyorum. Ülkemizde bu sanat dalı zaten gelişmedi nedense.
Kuzgun Acar ismini hiç duymamıştım.
Kuzgun Acar’ın hala yaşayan eşinin Asmalımescitte bi lokantası var.
Türk solu genellikle kırsal kesimi ve zorluğu resmeder. Ancak yıllardır bu durumdan kurtulmak isteyen, osmanlının son dönemlerinden itibaren kötü günleri bir türlü geride bırakamayan halk bunları unutmak ister, batıya yönelmeleri bundandır. Kuzgun Acar ise bunu ülkeye ve türk soluna ihanet sayar.
Türk solunun sanat anlayışı isyan anlayışıyla eş değer kalmıştır. İsyanları bitti sanatları da bitti.
TANIMADIĞIMIZ BİRİYDİ. IMC ÇARŞISINDA DA BİR ESERİ BULUNUYOR KENDİSİNİN.
Kuzgun Acar ismini ben de ilk kez duyuyorum çok şaşırdım.
Derya Karaoğlan Kundukan’a teşekkür etmişsiniz. Sanatçının akrabası mı?
kimseye teşekkür etmenize gerek yok. siz bir tanesiniz 🙂